Bugün okuldan dönerken, araziye gelişigüzel serpiştirilmiş evlerden müteşekkil dağınık bir mahalleden geçtim. Yani sosyetenin kibirle, “varoş” dediği, yöneticilerin seçimden seçime hatırladığı bir semtten.

Her evin önünde bir parça ıslaklık, o ıslaklığın kenarına tutunmuş iğde ve söğüt ağaçları vardı. Taşıtlar geçtikçe biteviye toza boğuluyordu haneler, ağaçlar. Hemen anladım ki ne altyapı var ne üstyapı. İpe baş aşağı asılmış mandalsız elbiseler, fakirliği dışa vuran birer simgeydi adeta.

İnşaatlar yarım yamalaktı. Kimisinin duvarları örülmemiş, kimisinin pencereleri takılmamış, kimisinin sıvası vurulmamıştı! Hepsi birden çatısız. Belki bir gün talih yaver gider de üstüne kat çıkılır düşüncesiyle göğe doğru boşta bırakılmıştı paslı demir çubuklar. Bu haliyle ev dedikleri bu sığınaklar daha çok gözleri kör, cüssesi yara bere içinde kalmış boynuzlu bir canavara benziyordu.

Kırık briketlerin oyuklarına yuva yapmıştı serçeler. Tarladan topladıkları böcekleri o yuvalardaki yavrularına taşımaktaydılar. Toprağı büsbütün betona boğmadıkça rızıklarını kolayca temin edebileceklerdi. Yazık ki buradaki insanlar onlar kadar şanslı değildiler. Nasip bu ya, iş imkânlarından yoksundu bölge. Ayak işlerine bile insanların torpille alındığı günlerden geçiyorken memleket; günlük nafakasını güç bela elde eden mahalle sakinleri, derme çatma malzemelerle ihata ettikleri bir avuç toprağa sığdırmışlardı hayatı.

Ah, feleğin dili olsaydı da konuşsaydı! Bir zamanlar tarla sahibiyken, meraları işletip yaylalarda hayat sürerken, el’an birkaç metrekareye mecbur kalmanın acısı bükmüştü bellerini. Geriye dönme talepleri “Olağanüstü Hâl”in soğuk paletleri altında ezilmişti her defasında. Doksanlı yılların değişmeyen gündem maddelerinden olan “Yasak”lı yıllardan geçmişlerdi. Ümitsizlik, yoksulluk, unutulmuşluk nevinden hissiyatlar her gün herkesin davetsiz konuğuydu. Ki zevatın çoğu, güvenlik nedeniyle yerinden yurdundan çıkarılıp şehre yollanmış kimselerdi. Çatışmalardan dolayı kurulu düzenleri bozulmuştu köyde. Geldikleri şehrin kenar mahallesinde ise hayat pahalılığının acımasız darbeleriyle perperişan olmuşlardı. Nitekim harap meskenleri, ruh hallerini dışa vuran birer aynaydı.

Yürüdüm ekine hasret kalmış tarlalardan. Güneş, kötü insanlara olan öfkesini benden çıkarırcasına kavurdu başımdan aşağı. Yeni evlerine taşınan karıncalar gördüm. Tandır ekmeğinin kokusunu aldım isli pencerelerden. Ağıt yakmaya benzer bir kıratla Kur’an okuyan meçhul bir adamın sesini duydum.

Derken önüme bir gölgelik çıktı. Sırtını duvara yaslayan ağaçlar gölgelerini yol kenarına düşürmüşlerdi. Beş altı tane erkek çocuk o serinliğe sığınmıştı. Beni görür görmez dikkat kesildiler. Kendi aralarında ne konuştuklarını pek duymadım. Benimle ilgili kulis yaptıkları çok belliydi. Tam hizalarına gelince selam vermek üzereydim ki, erken davranıp, “Selam aleyküm” dediler. Çekingen ve utangaçtılar. Ama gözler ışıl ışıldı. Selamlarına karşılık verdim gülümseyerek. Bu sefer de soru anlamı vurgu ve tonunda saklı sözcüklerle, “Hello… Yabancı... Turist?” diyerek masumca gülüştüler. Ben de, “Ez ne turîsim, ez jî jiwe me!” dedim. Yani, “Ben turist değilim, ben de sizdenim.”

Şaşırdı çocuklar. Kürtçe konuştuğum içindi şaşkınlıkları. Doğrusu ben de yadırgadım tavırlarını. Beni neden yabancı biri gibi gördüler ki?

Karşılarında durmadım. Madem “Ben de sizdenim.” demiştim, aralarına girip onlardan olmalıydım. Ki öyleydim ve onlara katıldım. Öğretmen olduğumu söyleyince güven duydular. Çöktük duvarın dibine beraberce, konuştuk havadan sudan. Bazen Kürtçe, bazen Türkçe.

Ben dinledikçe anlattılar, onlar sordukça ben cevapladım. Epey zaman sonra sohbetin seyrine denk getirerek neden beni yabancı gibi gördüklerini sordum. Sanki bir kabahat işlemişçesine hicap duydular. Sadece merak ettiğimi söyledim.

Sonra neden öyle dediklerini anlattılar. Analdım. Anladım ama yüreğime oturan daimi bir üzüntü o günden hatıra kaldı. Meğer kılık kıyafetimden dolayı beni turist sanmışlar. Üzerimde siyah gömlek ve siyah pantolon vardı. Ayakkabımla çantam da siyahtı. Eh, tenim de esmer olduğu için baştan ayağa simsiyahtım işte. Sağ elimde tuttuğum sarı tespihim hariç.

Öğretmenler okulun içine kadar araçla gelip giderlerdi. Diğer sair devlet memurları hiç mahalle içine uğramadıkları için giyim kuşamı düzgün birini görünce turist sanıyorlarmış meğer!

Dışlanmış, ötekileştirilmiş, hor görülmüş Kürt çocuklardı bunlar. Kendini anadiliyle ifade etmeye utandırılmış, Türkçeyi iyi öğrenememiş ve İngilizce karşısında kompleks yaşayacak duruma zorlanmış gariban bir nesil!

Hem politik yanlışlara rağmen hem de okullarda uzun yıllar boyunca ikinci bir dilin öğretilemediği gerçeğine karşın, kendi halinde, emek ve ekmekten yoksun kenar mahalle çocukları Kürtçe ve Türkçeyi birlikte öğreniyorlardı. Takdir edilecekleri yerde dışlanıp küçümsenmişlerdi öteden beri.

Hâl böyle olunca, her şeyin en güzeline, en iyisine sadece yabancılar, yani turistler sahip olabilir diye inanagelmişler. Yanlış algıların esiriydi çocuklar. Şairin dediği gibi, öz yurdunda garip, öz vatanında paryaydı onlar! Bunu yerinde görüp tecrübe ettiğim için müteessir oldum.

Beri taraftan, geleceklerinin bir kısmı çalınmış olsa da iyi niyetleri, mutlulukları, masumiyetleri çalınmamıştı henüz. Belki de bunların bir ederi, bir fiyatı olmadığı içindi. Umarım birileri mutluluğu, masumiyeti, iyi niyeti, tebessümü onlara çok görüp ellerinden almaz.