Üniversite okurken okula yürüyerek giderdim çoğunlukla. Bu bilinçli bir tercih
değildi. Ekonomik durumdan kaynaklanan bir zorunluluktu. Ancak zamanla keyif veren
bir bilince dönüştü. Yani, hayatı değişik yönleriyle keşfetmemi sağladı.
Okul araçlarında tıklım tıkış yolculuk yapanların, benim gibi yürüyenlere kim
bilir kaç kez acıyarak yahut küçümseyerek baktıkları olmuştur. Oysa yaşamın bütün
ögeleri yol güzergâhında sergileniyordu. Görmek için de yürümek gerekirdi.
Yürüdüm, gördüm ve öğrendim.
Diyarbakır Surlarının kenarından geçerken kabartma çift başlı kartallar,
duvardan çıkacakmış gibi hırçın duran aslanlar, gözünü üzerimden ayırmayan kule
gözetleyicileri binlerce yıl öncesine çağırırdı. Atlı süvarilerin ayak
seslerini duyardım setin ardından. Denizaşırı memleketlerden mektuplar
getirirdi burçlara konan güvercinler. Savaştan dönen sultanı ve kahraman
ordusunu görme heyecanı duyardım surun devasa kapısından çıkarken.
Bu görkemli geçmişin yanı başındaki dağınık evlerin pencerelerinden arabesk
şarkılar dökülürdü yola. Dokunaklı ezgiler, tarihi surlara göre bunca ezik
kalmış modern(!) evlerin bir isyanı gibiydi. Aynı hizaya geldim mi, ayağıma
bulaşır yüreğime kadar tırmanırdı efkâr. Bazen dilime dolandıkları da olurdu:
“Boş yere koşarken hayat yolunda
Ne dertler çekmişiz haberimiz yok
Gözlerden dökülen gözyaşlarında
Eriyip gitmişiz haberimiz yok”
…
Daha ilerde
çok katlı evler vardı. Balkonlarda insanlar olurdu. Kahvaltı yapanlar, sofra
silkeleyenler, yan komşusuyla muhabbet edenler… Ezberimde durması gereken
bilgileri tekrar edene kadar çarşıya varırdım. Süslü vitrinleriyle cam
dükkânlar gelip geçeni içeri davet ederken, ayna niyetine bakıp geçerdim.
Sonra rengiyle hüzün tüten yorgun tren istasyonu ve soğuk yüzüyle demir
raylar çıkardı karşıma. Yolcuların vedalaşma anındaki devinim, duyguların ete
kemiğe büründüğü o demler dramatik filmlerin son sahnesini izletirdi. Ne çok
giden vardı! Hemen her gün oradan geçmeme rağmen çok az geleni gördüm. Sanki
ayrılıklar durağıydı istasyon. Daima kasvetliydi manzarası. Neyse ki rayları
geçtikten sonra kalabalık bitiyor, boş arazi beni karışlıyordu. Şehir tüm
karmaşasıyla geride kaldığı için sessizlik başlıyordu. Çoğunlukla kişisel
meseleleri burada konuşurdum kendimle. Kızdığım yahut güldüğüm çok olmuştu bu
kısımda.
Dicle nehrinin kenarında kavak ağaçları vardı. Onların gölgesinde mola vermeden
geçip gitmezdim hiç. Eylülün başından kasımın sonuna kadar, her gün yeni
yapraklar dökerdi kavaklar. Yavaş yavaş, tane tane, sıra sıra… Suya denk
gelenler başka diyarlara yolculuk ederdi. Kalanlar ise sağı solu süslerdi narin
görüntüsüyle. Okuduğum her kitabın sayfaları arasında bu yapraklardan vardı. Rengârenk,
pırıl pırıl, hicran dolu…
Köprüden geçerken elimdeki yaprakların bir kısmını Dicle’nin sakin sularına
bırakırdım. Bilinmeyen coğrafyalara, benden birer mektuptu onlar. Sırlar emanet
ettiğim sessiz ve adressiz mektuplar. Çünkü Dicle sadece nehirden ibaret
değildi. Geçmişten geleceğe uzanan çok güçlü bir karakterdi o. Bugünkü
suskunluğu, devrin sadakatsizliğindendi. Gün olmuş ağzına kadar ceset taşımış,
gün olmuş dostla düşman arasında set olmuş, gün olmuş medreselilerin kasidelerine
saz olmuş, gün olmuş sürgün yaşamlara sığınak olmuş. Hem çağlardan beridir
gizemli Mezopotamya’nın engin topraklarına ruh-i can olmuş. Zeminini süsleyen
çakıl taşlarının altında sivri hançerler, kabzası sedeften kılıçlar, gürzlere
hedef olmuş yaralı kalkanlar, nehri geçememiş kemikten askerler hâlâ oradalar! Ah
daha nelere tanıklık etmiş bir bilebilseydik hepsini ah! Ona bakmak, geçmiş
zamana yolculuk yapmak gibiydi. Dalıp giderdim öyle.
Derken vakti gelirdi derslerin. Yolda olanlar yolda kalırdı. Yaşanan tecrübe
yüreğin gizli arşivinde birikirdi. İçimde tatlı bir huzur ve dinlenmiş bir ruh
haliyle karışırdım kalabalığa.