Haçlı Akını:

Kudüs'ün fethi ve Hıttîn'deki aşağılayıcı yenilgi Avrupa'da kin ve öfke yangınını yeniden alevlendirdi ve bütün Avrupa'yı Suriye'deki küçücük bir devlet üzerine harekete geçirdi. Hemen hemen meşhur savaş tecrübesi olan bütün komutanların ve ünlü kralların Frederik Kayzer'in, Arslan yürekli Rişard'm, İngiliz ve Fransız krallarının; Sicilya, Avusturya, Flander ve Burgundi düklerinin içinde bulunduğu, zırhlara bürünmüş ordu¬larla coşup geldi. Bunların karşısında tek başına Selahaddin Eyyubî ve birkaç yakını vardı. Andlaşma yaptığı kimselerle, bütün İslam alemi onu destekliyordu. [30]

Sultanın Görevinin Tamamlanması ve Barış:

1192 miladî yılında Remle'de, savaşmaya takat ye mecali kalmayan iki hasım taraf arasında barış yapıldı. Kudüs ve Müslümanların fethedip ellerine geçirdikleri şehirler yine onların elinde kalacaktı. Sahildeki Akka'da bulunan küçücük site devleti Hristiyanlarda kalacaktı. Bütün ülke Selahaddin Eyyubî'nin idaresi altına girmiş oluyordu. Selahaddin, üzerine aldığı hizmeti, daha doğru bir deyimle Allah'ın onun üzerine yüklediği, eline teslim ettiği görevi kendi elleriyle başardı.

Hristiyan tarihçi, onun başarısının ve Haçlı savaşlarının uğursuz çizgisinin sona ermesini şöyle anlatır:

'Kutsal savaş son buldu. Beş sene süren savaş bitti. 1187 yümm Ağustos ayında Hıttîn'de Müslümanların galibiyetinden önce Ürdün nehrinin batısında Müslümanların elinde bir adımlık bile yerleri yoktu. 1192 yılının Eylül ayında Remle'de barış olunca Sur şehrinden tut da Yafaya kadar bütün sahil boyunca basit küçücük bir yer hariç her taraf Müslümanların eline geçti.

Bu barış antlaşması maddeleri üzerinde Selahaddin'in kesinlikle utanmasını gerektirecek bir şey yoktu. Haçlıların fethettiği daha önceki bölgelerin çoğu Fransızlann elinde kaldı. Fakat sadece can ve mal göz önüne alınırsa bu sonuç gayet önemsiz ve basit kalır. Roma'daki papanın feryadını duyar duymaz bütün Hristiyan dünyası silahlandı. Kayzer Frederik, İngiliz ve Fransız kralları, Sicilya, Avusturya Leopold'u, Burgun-di dükü, Flander kontu, yüzlerce meşhur baron ve bütün Hristiyan milletlerin liderleri, Kudüs'ün Hristiyan kralı ve Filistin'in diğer eyalet valileri bütün gayretleri ile yıkılmak üzere olan Kudüs Hristiyan krallığım kurtarmak ve yeniden güçlendirmek üzere harekete geçtiler. Fakat sonuç ne oldu? O sırada Kayzer Frederik ölüp gitti. İngiliz ve Fransız kralları kendi ülkelerinin idaresini düzeltmekle meşgul oldular ve sefere katılmadılar, en değerli askerleri de îlya topraklarında mahvo-lup toprağa girdi. Fakat Kudüs buna rağmen Sultan Selahaddin'de kaldı. Sadece sahildeki küçücük Akka site devleti, isimden ibaret bir Hristiyan devlet olarak kaldı.

Üçüncü haçh savaşlarında bütün Hristiyan dünyasının birleşik gücü savaşmak için geldi. Fakat Selahaddin'in kuvvetlerine zerrece bir zarar veremediler. Selahaddin'in askerleri, aylarca süren ağır eziyetlerden ve senelerce tehlikelerle yoğrulduktan sonra bitkin düşüp lime lime olmuşlardı. Ama hiçbirinin ağzından bir kelime ile de olsa şikayet çıkmıyordu. Savaşa çağrıldıkları zaman mübarek bir işe canlarını kurban etmek için hiçbiri hayır demedi.

Dicle nehrinin uzun, derin vadilerinde duran sultana bağlı ülke valilerinin gönlünde, sürekli yardıma çağrılmaktan ötürü belki şikayet meydana gelmiş olabilir. Lakin her şeye rağmen kendi kuvvetlerini Sultanın emrine büyük bir debdebe ile, iyi niyetlerle getirip teslim ettiler. Son savaş Civarisevf de oldu. Bu savaşta Musul askerleri büyük bir mertlik ve cesaret örneği gösterdiler. Bu savaşların hepsinde Sultan daima Mısır ve Irak askerlerinden yardım göreceğine güvendi.' [31]

Vefatı:

Nihayet kutsal görevini yerine getirerek, İslam' alemini Haçlılara esir düşme tehlikesinden koruduktan sonra 27 Safer 589 tarihinde İslam'ın bu vefakar yiğit evladı dünyadan göçtü. Öldüğü an yaşı henüz 57 idi. . Kadı Bahaeddin b. Şeddad, Sultan'm ölümünü şu şekilde anlatıyor:

'27 Safer gecesi Sultan'ım hastalığının on ikinci günü idi. Hastalığı şiddetlendi, gücü azaldı. Büyük ve ruhanî üstünlüğü olan Şeyh Ebu Cafer İmam el-Kellase'ye haber gönderilerek, herkesin başına gelecek olan Ölüm saati şayet o gece gelirse telkinde bulunmak ve Allah'ın adını andırmak için başucunda bulunsun diye saraya davet edildi. Geceleyin Sultanın yolculuk için ayağını üzengiye atmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Şeyh Ebu Cafer yanına oturmuş, Kur'an-ı Kerim okuyor ve zikirle meşgul oluyordu. Üç günden beri Sultana bir dalgınlık gelmişti. Kendinden geçiyor, ara sıra kendine geliyordu. Ebu Cafer Kur'an okurken 'Hüvellahüllezî Lailahe illahu. Alimül gaybi veşşehadeti' Hiçbir ilahın olmayıp sadece kendisinin var olduğu Yüce Allah, gözle görüleni de görülmeyeni de bilendir.' ayetine gelince Sultan kendine geldi. Dudaklarında bir tebessüm belirdi, yüzü neşelendi ve; doğrudur, dedi. Böyle söyledi, canını canları yaratana teslim etti. Safer ayının 27'si olan Çarşamba günü şafak vakti beden kafesinden kurtulup cennet bahçesine uçtu.

Hulefa-i Raşidînin vefatlarından sonra Müslümanların başına sanki böyle acı hiçbir gün gelmemiş gibi idi. Kale, şehir ve fezayı bir matem kaplamıştı ki tarif edilemez bir tedirginlik yağıyordu her tarafa. Nasıl bir elem ve ıstırap olduğunu, her tarafı nasıl şaşkınlık sessizliği kapladığını ancak Allah bilir. Ben eskiden insanların başkaları uğruna canlarını kurban ettiklerini, onun adına canını feda ettiklerini duyardım da, bunların gerçek olmayan temenniler ve zoraki gösteriler olduğunu zannederdim. Fakat bugün gördüm ki, bu bir hakikattir. Bizzat ben ve pek çok insan öyle idik ki, imkanı olsaydı onun hayatını devam ettirmek için canlarımızı hemen verebilirdik. Onun canı geri gelseydi kendi canlarımızı hemen karşılığında verirdik.'

Kadı İbn Şeddad şöyle yazıyor:

'Sultanın mal mülk olarak geriye bıraktığı miras sadece 47 dirhemden ibaretti. Hiçbir arazi, bağ, bahçe, tarla, ev, dükkan bırakmamıştı. Teçhiz ve Tekfininde bir kuruş bile onun mirasından harcanmadı. Bütün masraflar ödünç para ile karşılandı. Hatta kabir sandukası bile ödünç para ile alındı.' Kefen ihtiyacını, onun veziri ve özel sekreteri olan muhterem insan Kadı İbn Şeddad helal bir yoldan temin etti.

Derviş Hayatı Yaşayan Sultan:

Kadı İbn Şeddad, Sultanın yaşayış tarzını, ahlak ve alışkanlıklarını, özelliklerini şöyle anlatır:

'Sultan son derece sağlam imanlı, kesin inançlı bir Müslümandı. Akaid ve inançlarında Ehlisünnet vel cemaat mezhebinde ve itikadında idi. Namazlarına, dinî görevlerine çok bağlıydı. £ir keresinde; seneler geçti ben bir tek namazımı dahi cemaatsiz kılmadım, demişti.

Hasta halinde dahi imamı çağırtır ve zorlanarak ayağa kalkar namazım cemaatle kılardı. Derecesine göre sünnetlere devam eder, gücü yettiği, fırsat bulduğu ölçüde gece nafile namaz kılmaya kalkardı. Eğer gece nafile (teheccüd) namazını kılamadığı olursa (Şafiî mezhebine uygun olarak) sabah namazından önce kılardı. Onu son hastalığında da ayakta namaz kılarken gördüm. Sadece kendinden geçtiği son üç günde namazı geçirdi.

Ramazanda oruç tutmaya çok bağlıydı. Birkaç kaza orucu vardı. Kadı İbn Şeddad 'm hatıra notlarında yazıldığına göre o, kazaya kalan borçlarım ölümünden önce Özenle tuttu. Tedavi eden zat her ne kadar bundan menetti ise de; yarın ne olacak bilmiyorum, diyerek reddetti. Nitekim onları kaza ettikten sonradır ki kendini ilahî emre teslim edip bu dünyadan çekip gitti.

Hac yapmayı çok arzu etmesine rağmen buna hiçbir zaman fırsat bulamadı. Vefat ettiği sene kesin karar vermişti, ama yine de buna fırsat bulamadı, ölüm geldi, Kur'an-ı Kerim dinlemeyi çok severdi. Dinlerken çok kere gözlerinden yaşlar boşanırdı. Çok ince kalpli, hassas yapılı, merhamet dolu bir insandı. Her zaman yaptığım gibi bir gün yanma durdum da namaz kılıyordum. Baktım ki secdede uzunca kaldıktan sonra secde yaptığı yer ve sakalı göz yaşlan ise ıslanmış. Ne dua okuduğunu duymadım. O günden beri duasının kabul olduğunun alametleri görülmeye başladı. Haçlı ordusunda, dağılma alametleri görülmeye başladı. Sonunda saldıran askerler Kudüs düşüncesini bırakarak Remle'ye doğru çekip gittiler.'