Türkiye’deki her psikopatça işlenen cinayetten sonra idamın geri gelmesi gündeme gelir. Doğrusunu isterseniz bu tür cinayetlerin işlenmesinin ardından, insan fıtratında idama meyil oluşuyor. Çünkü suçun misliyle cezalandırılması vicdanı rahatlatıyor.

            Zaten Türkiye’de suçlular misliyle cezalandırılmadığı için çok rahat etmektedirler. Eskiden güvenlik kameraları yoktu ve olup biteni bir iki cümle ile okuyup geçiyorduk. Ancak hâlihazırda memleketin her tarafı kameralarla donatıldığı için cinayetleri an be an izleyebiliyoruz. Caniyi ve maktulü izleyen toplum gerilmekte ve caniyi ipte görmek istemektedir.

            Toplum olarak hepimiz akaryakıt fiyatlarındaki artışlara ve dolayısıyla bütün emtiaya gelecek zamlara odaklanmışken, Türkiye’nin gündemini sarsacak bir cinayeti, bahsettiğimiz güvenlik kameraları sayesinde izledik.

            Canilerin rahat hareketlerini, filmlerden etkilendikleri her hallerinden belli olan raconcu tavırlarını, ellerini maktulün omzuna koymalarını, bellerindeki silahlarını, kameralardan kaçmayacak kadar rahat davranışlarını hep birlikte seyrettik.

            İstanbul Esenyurt’taki Tekel Bayii cinayetinden bahsediyorum. Biliyorum, bazılarımız “Su testisi su yolunda kırılır” şeklinde cinayeti içki veya bayii ile ilişkilendirecektir. Aslında haksız da sayılmazlar. Çünkü mekân racona uygun bir yer. Filmlerde bu tür raconların mekanı hep bar, pavyon gibi içki ile alakalı yerler oluyor. Bu nedenle raconcuların öyle aymaz aymaz daldıkları mekân, ileride torunlarına anı olarak anlatacakları bir yer(!).

            Biliyorum, birkaç gün sonra gündemden düşecek bir konudan bahsediyorum. Ama konu ile ilgili kendimize sormamız gereken can acıtıcı soru veya sorular yok mu burada?

            Biz nereye gidiyoruz? Toplum olarak hangi kayaya toslayacağız? Bu gidişatın önü alınabilir mi? Neslimizin sonu ne olacak? “Z” kuşağı dedikleri gençlerimizin gelecekte hâkim olacağı toplum, ne menem bir şey olacak?

            Aslında bu sorular birçok akademisyen, aydın veya entelin gündeminde bulunuyor. Basitçe sorduğumuz sorular ile ilgili olarak tonlarca kitap veya makale yayımlanabilir. Fakat basit bir cevabı da var alsında: İslami bir yaşantı.

            İdareci, entelektüel, aydın, akademisyen velhasıl süreç ile ilgili herkes, sanırım şu kanıda mutabıktırlar: Yeni yetişen nesile maddi imkânları sunuyoruz ama manevi olarak bir buhran ve kaos içerisindedirler.

            Türkiye’de ruhsatız silah sayısının 25 milyon civarında olduğu iddiaları var. Ruhsatlılarla birlikte her üç kişiden birinin silahlı olduğu Ülkede maneviyat eksikliği de yaşanıyorsa olacağı budur. Bir de dizi ve sosyal medyadaki kontrolsüz özendirmeler sayesinde, gençlerin kendini birer mafya kahramanı veya eski çağlardaki bilmem ne ejderhası gibi görmeleri normal değil midir?

            Kısacası acilen İslami hassasiyetlerle dolu bir yaşama geçmemiz elzemdir. Birinin çıkıp “Kral çıplak” demesi şarttır. Batı tarzı yaşamın bizi getirdiği nokta, Seyyid Kutub’un deyimiyle bir uçurumdur.

            Uçurumun kenarından dönmenin yolu manevi eğitimden geçiyor. İslam’a dönelim diyeceğim ama birileri çıkıp; “Biz zaten Müslüman değil miyiz?” diye soracak. Ama ben de sormak isterim: “Biz bu yaşantımızla İslam dininin neresindeyiz? Akidede Müslüman olup, İslam’ın topluma hâkim olmasını istemeyen yığınla insanımız var. Bu söylediğimi ehli insaf her vatandaş tasdik edecektir.

            O zaman hem Müslüman hem de İslam’ın toplumun katmanlarına hâkim olmasını istemek, tek çare olarak kapımızda duruyor. Eğer bunu yapmazsak daha çok insan görünümlü canavar çıkaracaktır bu toplum.

            İşin özeti şudur: İslam’ın bize değil, bizim İslam’a ihtiyacımız var.