Yayılmışız koltuklara, gözlerimiz televizyonda. Yöresel lezzetlerin iştah kabartır cinsten sergilenmesi, yeme içme hevesimizi körüklüyor, sömürüyor, kışkırtıyor. Yemeklerin çoğu bol etli; tatlılar ise ceviz, fıstık ve üzüm karışımlı! Neredeyse, “Haydi mutfağa, biz de yapalım!” diyeceğim. Oysa yemeğimizi yemiş, çayı bekliyoruz.
“Baba televizyondaki yemeklerin kokusunu neden alamıyoruz?”
Ekranda izlediğimiz Bitlis Tanıtım Günleri programına binaen sordu bu soruyu. Bense, Bitlis’in tanıtım günlerinin neden başka bir ilde, İstanbul’da, düzenlendiğine takmıştım kafayı. Bir şehri tanıtmak için başka bir şehri aracı kılmanın mantığı üzerine düşüncelere dalmışım.
Tekrar bana dönüp bakışlarıyla yineledi soruyu.
Cevap vermem gerekirdi. Aksi taktirde merakını giderinceye kadar devam edecekti sormaya.
“Kızım ekrandaki görüntü gerçek değil, ondan” dedim.
“Yani bu yemekler, insanlar, olan bitenlerin hepsi yalan mı?”
“Hayır, hepsi de gerçek!
“Ama öyle dedin baba!”
“Yani hem öyle hem de öyle değil.”
Tuhaf bir şekilde ne diyeceğimi bilemedim. Dersini çalışmadan sözlüye kalkan öğrenci gibi kalakaldım bir süre. Israr ettiğine göre mazeret kabul görmezdi artık!
“Şimdi oradaki her şey gerçek ama çok uzakta olduğu için sadece görüntüsü geliyor, kokusu buraya kadar gelemez. Hem arada ekran var.”
“Peki, ses nasıl geliyor? Konuşanlar uzakta değil mi?”
Hay Allah, ne demeli şimdi!
Konuyu değiştirmek için kanalları rast gele tuşladım. Teknik sorular sormasına fırsat veremezdim. Zira içinden çıkabileceğim bir konu değildi. Yedi yaşındaki çocuğa, görüntülerin uydular vasıtasıyla uzaydan geldiğini, kabloların o görüntüleri ekrana taşıyıp birleştirdiğini nasıl anlatabilirdim ki! (Böyle olduğundan da emin değilim.)
Birkaç tuşlamanın ardından haber kanallarının birinde durdum. Epeyce savaş görüntüsü geçti peş peşe. Algılarımızı değiştirdiklerinden beri normal geliyordu böylesi haberler. Çoktandır empoze edilen acı bir hakikattir: Ortadoğu eşittir savaş! Görür görmez, “Ya Suriye’dir ya Irak!” deyiverir aklımız. “Acaba hangi mülteci kampı?” merakımız, savaşın acı gerçeğinden ağır basıyordu. Hanidir insani değerlerin öncelik sırası yitip gittiğinden, tahminlerimizi doğrulayacak bir levhayı, bir tabelayı görme beklentisine girdik.
Derken kamera, tozu dumana katan çatışma alanını geçip kamplara doğru görüntü almaya başladı. Muhabir Suriye muhacirlerinin sığındığı derme çatma çadırları gezerek görsel ve işitsel yayın yapıyor, alt yazıda ekonomik değerlerin günlük hareketleri geçiyordu. Yıllardır aşina olduğumuz görüntüler birbirini izledi. Çamur deryası, yaralı insanlar, hayata küsmüş suratalar, umutsuz bakışlar… Duyarsızca, bezgince baktık öyle.
Sonra bir kız çocuğunun üzerinde durdu kamera. Üstünde ince elbiseleriyle zayıf vücudunu titremeler almış. Bakımsızlıktan erimiş bedeni. Ardındaki derin çukura doğru çekilen gözleri, bir şeyler anlatmak için direniyormuş gibi kocaman açıktı. Yorgunluktan beti benzi atmış ama zulmün tanıklığını yapmak için esnemiyor bile. Onu böyle huzursuz oluşunun nedenin açlık ve korku olduğunu anlıyoruz bir çırpıda. Görüntü o kadar çok şey anlatıyor ki sunucunun ne söylediğine aldırış etmiyoruz bile!

Mikrofon çocuğa uzatılıyor. Ne diyecek acaba? Sesi biraz daha arttırıyorum. Kızımla göz göze geliyoruz, kısa bir bakışma ve aynı anda tekrar ekrana dönüyoruz. Ne diyecek acaba?
“Adın ne?”
Hareket yok, cevap yok.
Yandaki çadırı işaret ederek, “Burada mı kalıyorsun?” “Evet” anlamında başını sallıyor ama konuşmuyor. Olup bitenleri gözleriyle anlatmaya kararlı!
“Annen nerede?”
O her şeyi anlatan gözlerdeki ifade tüm yüzüne yansıyor bir anda.
“Ya baban?”
Az evvel suratına yayılan hüzünlü ifade bu kez on kat artmış halde geri dönüyor aynı yere. Yaşanmış ne varsa, hepsini ele veriyor.
“Kardeşlerin de mi yok?”
Göz pınarında biriken acı daha fazla barınamadı ve taştı iki yana doğru. Kirpiklerin tutamadığı damlalar birbirinin ardınca süzüldüler soğuk teninden aşağı.
İki gözü iki çeşme demiyorum; iki gözü iki insan misali, döktüğü yaşlar da upuzun cümleler kabilinden anlattı hal-i pürmelalini…
“Baba”
“Efendim kızım”
“Yemek kokusunu duymadık ya…”
“Evet…”
“Ama televizyondaki çocuğun acısını duydum. Çok üzüldüm ben. Hani uzakta olunca bize ulaşmazdı hiçbir şey? Acı da yemek kokusu gibi değil mi?”
Aklımdan geçen hiçbir cümle cevap niteliği taşımayacaktı. Sadece “Acı mesafe tanımaz, o en uzaktan bile hissedilir yavrum.” diyebildim.
Birbirimize bakamadık. Sesimdeki titreme artarken mutfağa doğru seslenerek, “Çay ne oldu?” bahanesine sığındım. İkinci kez sorulardan kaçıyordum. Kalktım. İki adımlık koridoru geçene kadar görüş açım daraldı. Yağmur bulutlarına gark oldu yüreğim.
Bendeki sağanak dininceye kadar bekledim lavaboda. Yüzümü yıkadım. Bir daha yıkadım. Tekrar yıkadım ve çıktım. Çay soğumuş, kızım oyuncak bebeğine sarılıp yatmıştı. Onun da yüzünde kederden çizgiler vardı. Vicdanımızı dağlayan acıyı sindirmek için vakit gerekliydi. Huzursuzluk, uykusuzluk, umutsuzluk içinde sakin gecenin karanlığına bıraktım sessizliğimi.
Gece ağır bir duygu yüküyle geçti de sabahı umutla mı karşıladık sanki? Hayır. Maalesef ki hayır! Bizi gam yüküne mahkûm eden çocuk aynı gece açlık ve soğuktan ruhunu teslim etmişti. Ne doğru dürüst temiz su vardı ne de onu ısıtacak yakacak. Yağmurun ılık suyuyla yıkadılar küçük bedenini. Sağ olsa, azıcık ısındığına sevinecekti belki de. Kadınlardan birinin yaşmağından kefen biçtiler. Temiz geldiği bu kanlı dünyada kirlenmeden gidiyordu. Gömülürken dahi, gözleri hâlâ açıktı; anlatmaya devam ediyordu modern dünyanın ülkesine getirdiği medeniyeti(!), demokrasiyi(!), barışı(!)
Kimine göre bir terörist öldü, kimine göre bir mülteci, kimine göre de mazlum bir muhacir!