Dağlarla ilgili yazdığım son yazımdır. En azından şimdilik! Son dağımız için 'tırmanmak' kelimesi yerine 'ziyaret etmek' sözcüklerini kullanacağım. Zira bu dağ herhangi bir dağ değil. Bu dağ, İslam Tarihine ismi altın harflerle geçen bir dağdır. Yani Sevr Dağı…
Bilindiği gibi Efendimiz (sav) Mekke'den Medine'ye hicret etmek üzere yola çıktığında, sadık dostu Hz. Ebubekir ile birlikte üç gün süreyle bu dağda bir mağaraya gizlenmek suretiyle ikamet etmişlerdi.
Mekke'nin güneyinde yer alan dağın yüksekliği yaklaşık olarak 500 metredir. Yine şehre uzaklığı da dört-beş kilometre kadardır. Ancak sarp yapısıyla öyle heybetli bir duruşu var ki sanırsınız başı göğe eriyor.
Umre yapmak üzere kutsal topraklardayız. Yanımda üç yol arkadaşım var. Ekrem, Abdulkadir ve Emrullah. Türkiye'de mevsim kış. Ama Arabistan'da mevsim yaz. İki haftalık ziyaretimizin birinci haftasını Mekke-i Mükerremede geçiriyoruz. Umre ve tavaflardan arta kalan zamanımızı Efendimiz (sav)'in ve güzide sahabesinin ayak izlerini takip ederek geçiriyoruz. Gün içinde yemek ve uyku ihtiyacımız hemen hiç yok. Öyle bir bereket var ki yorgunluk, açlık, uykusuzluk çekmiyor insan.
Kabe'nin tavaf alanına her girdiğimizde aynı ferahlığı, aynı heyecanı, aynı coşkuyu yaşıyoruz. Geride bıraktığımız çoluk-çocuk, aile, memleket, meslek, mal-mülk… Hiçbir şey gelmiyor aklımıza. Adeta deryaya karışan damla gibiyiz. Zaruri ihtiyaçlar dışında bütün vaktimizi kutsal mekanda geçirme azmindeyiz. Lakin dünyanın neresinde olursak olalım, yönümüzü-yüzümüzü döndüğümüz Kabe'nin, şimdi tam karşısında olma bahtiyarlığına sahibiz. Bakarak ve yaşayarak eda ediyoruz ibadetlerimizi. Bir yandan da Mekke Dönemi'ni canlandırıyoruz hayalimizde. Efendimiz (sav)'in ve sahabenin tavafını, Makam-ı İbrahim'de, Hz. İbrahim'in ile oğlu Hz. İsmail'in duvar inşasını, ambargo ve kıtlık yıllarını, işkence altında inim inim inleyen Müslümanları, Kabe'nin putlardan arındırılışını, sonraki dönemlerin bilinen simalarının bu kutsal yerde say-u gayret icralarını sırayla canlandırıyoruz hayalimizde.
Bir hafta kutsal belde için kısa bir süre. Günlerimiz bitmek üzere. Yani Mekke'den ayrılma zamanı yakın. Ayrılmadan önce birkaç yeri ziyaret etmek istiyoruz. Hira Nur Dağı'ndan sonra, Sevr Dağı ve Sevr Mağarası o yerlerin başında geliyor.
Bir ikindi sonrası Sevr'in yolunu tutuyoruz. Taksi şoförümüz bir Arap. Bizler de Türkçe, Arapça, İngilizce ve Kürtçe sözcüklerle iletişim kurmaya çalışıyoruz. Garip bir şekilde bunu çok iyi başarıyoruz. Jest ve mimiklerden aldığımız yardımla birbirimize iletebiliyoruz mesajlarımızı. Soru cevap şeklinde geçen kısa bir konuşmadan sonra Sevr Dağı'nın eteklerindeyiz nihayet. Gözümüz memleketin dağlarına alışmış ya, Sevr'i görünce şaşırdık haliyle. Kupkuru bir dağ. Ne bir yeşillik, ne bir bitki ne bir gölgelik… Taşı toprağı simsiyah bir yer. Arazinin tamamı sanki büyük bir yangından artakalan bir enkaz. Bitkiler yok denecek kadar az zaten. Taşı toprağı yanmış sanki. Ona rağmen insana huzur veren bir havası var.
Sevr Dağı'na giden yola, dağın ta dibinden en tepesine kadar basamak döşenmiş. Binlerce basamaktan oluşan bir yol. Merdivenlerin basamaklarına besmele ile atıyoruz ilk adımlarımızı. Sağı solu ziyaretçilerle dolu.
Aklımızda türlü düşünceler, dilimizde zikir ile ilerliyoruz kendimizden geçmişçesine. Dik yokuşlu olmasına rağmen yormuyor bizi. En tepeye çıkmak sadece bir saatimizi alıyor. Basamaklar işi kolaylaştırıyor tabi.
Buraları görünce içimden şöyle bir düşünce geçti, acaba Efendimiz (sav) ve sahabesi Anadolu'nun ikliminde yaşamış olsalardı nasıl bir yaşam tarzları olurdu? Zira Anadolu, iklimi ve bitki örtüsü çeşitleriyle adeta bir yeryüzü cenneti.
Burada, insan günün doğal seyri içinde hep sakin ve huzurludur. Anadolu'da öyle yüksek dağlara çıkmıştım ki en zirveye ulaşıp birkaç dakika kaldıktan sonra insanın içine oturan bir ürperti hasıl olurdu. Sanki gökten her an bir el dokunacakmış veya yıldırım çarpacakmış yahut da rüzgar savuracakmış gibi. Hemen aşağı inme mecburiyeti hissettiren bir baskı ve gizli bir tehdit içini kemirirdi inanın. Ama burada öyle bir durum yok. Bulunduğumuz her yer kalbimize emniyet aşılıyor.
Dağın zirvesinde şükür namazımızı eda ettikten sonra mağaranın olduğu yere yöneliyoruz. Etrafta birden çok mağara var. Mekke'ye bakan yamacın arka yüzüne yirmi-otuz metre kadar inip menzile ulaşıyoruz. Taşı-toprağı gül kokan Sevr Mağarası, siyer kitaplarında geçen tarifiyle tam karşımızda duruyor. Gözlerimiz mağaranın içini tararken Efendimiz (sav)'in hicret sürecine dair bilgiler aklımızın içinde kendiliğinden akıyor. Ve biz de tarih ve mekanın birleştiği bu atmosferin havasına bırakıveriyoruz kendimizi. Tıpkı şu satırları karaladığım sırada yaşadığım gibi…
Allah'ın aziz kıldığı bu topraklar yıl boyunca insanlarla dolup taşıyor. Eğer ilahi ikram olmasaydı belki kervan yolu bile geçmezdi yakınlarından. Son sözü kutsal kitabımız söylesin:
'Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kabe'nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.' (14/İBRÂHÎM-37)