Kulun tedbiri ile Allah'ın takdiri bir olmaz, demiş büyüklerimiz. El hak öyledir. Bir hafta arayla Beranoğlu Dağına tırmanacaktık güya. Tam üç hafta geçti aradan. Harici meşguliyetlerden dolayı tabii. Birinci hafta komşunun düğünü vardı, ikinci haftada ise bir taziye…
Olsun, gecikmeli de olsa bir önceki tırmanışta bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Erkenciyiz her zamanki gibi. Güne erken başlamazsanız, dağa çıkamazsınız. Çünkü günübirlik gezi için hem zaman yetmez hem de güneş altında yokuş tırmanmak oldukça zor olur.
Gün yeni yeni ağarırken, Yapraklı mezrasının içinde bırakıyoruz aracımızı. Sırt çantalarımızı aldığımız gibi dönüyoruz yönümüzü dağlara doğru. Sağımızda kalan köy Koruklu, soldaki de Kağanlı. Üç köyün üçü de çok güzel. İnsanı mert, doğası güzel, suyu bol… Ağaçların arasında kaybolan az sayıdaki hanelerin yerini gösteren işaret, cami minareleridir. İki hafta önce ayak boyundaki otlar, diz boyuna ulaşmış. Gece düşen çiğden dolayı paçalarımız ıslanıyor. Yazın bile bu vadilere çiğ düşer. Geceyle gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok fazla. Yürüyoruz ayrı patikalardan. Birbirimize paralel, birbirimizin görüş açısından çıkmadan. Tedbirliyiz. Civarda bolca domuz, daha yükseklerde ayı var. Kurt, çakal ve onlardan küçük yırtıcılardan zaten korkumuz yok. Türlü kuş cıvıltıları bize eşlik ediyor. Yarım saatlik yürüyüşle meşe ormanını geride bırakıyoruz. Vadi ağzında asırlık cevizler, önümüzde kümeler halinde ardıç ağaçları var. Yerde, başı kesilmiş birer ceset gibi duran köklere bakılırsa eskiden burada müstakil bir ardıç ormanı olduğu hemen anlaşılır. Öküz arabası için boyunduruk, toprak dam için saçak, kış için yakacak derken ormandan geriye birkaç küme ağaç kalmış. Artık mezkûr ihtiyaçlar için ardıç ağaçları değil modern malzemelerin kullanılıyor olması içimize su serpiyor, geçmişte ağır kayıplar vermiş ardıçlara duyduğumuz üzüntümüz hafifletiyor kısmen.
İktidar partisinin kullandığı sloganlardan birini zaman ve mekana uygun düştüğü için kullanalım: Durmak yok yola devam… Yakın zamanda yağan yağmurdan dolayı zemin yumuşacık. Hiç yormuyor bizi. Toprağa değil hamura basıyoruz sanki. Ağacı, toprağı, taşı, bitkisi… Her şey kendine has kokusunu doğaya armağan ediyor. İstifade ediyoruz biz de. Taş da kokar mı, diyeceksiniz. Evet, burada taşlar da kokuyor. Yeter ki üzerlerini kaplayan yosunlar ıslansın, o vakit kınaya benzer kokuları her yana yayılır.
Herhangi bir yerde oturup anın tadını çıkarmak istiyoruz ama hedeflerimizden dolayı duramıyoruz. Bu kez 'Meydan' denilen yere ulaşmak oradan da zirveye doğru yol almayı planlıyoruz. Yolun büyük kısmını geride bıraktık. 'Deve Kaynağı' denilen yerdeyiz. Kaynağın şerbet gibi tatlı bir o kadar da soğuk suyundan içiyoruz kana kana.
Bir sonraki aşama Meydan!
Ne yakın bölgede ne de uzak çevrede hiç deve bulunmamasına rağmen kaynağın ismi; Deve Kaynağı. Toprağa derin ve daimi izler bırakmış patikaya bakılırsa kervan yollarından birinin buradan geçtiğini söyleyebiliriz. Hangi asırda kimler tarafından kullanıldığı meçhul! İsim oradan gelmiş olmalı.
Nihayet Meydan'dayız…
Çok geniş bir kaya zeminin üzerinde duruyoruz. Etrafta pas tutmuş mermi kovanları ile boş konserve kutuları var bolca. Metal konserve kutuları tabiatın bağrında maruz kaldığı şiddetten dolayı yamuk yumuk olmuş, her biri öldürücü paslara boğulup ölüm sürecine girmiş çoktan. Mermi kovanlarının da onlardan farkı yok. Peki, boş kovan ile konserve kutucukları buraya nereden-nasıl geldi, merak etmiyor musunuz? Tamam… tamam, anlatıyorum:
PKK ile güvenlik güçleri arasında çıkan bir çatışmanın ardından kaldı baktığımız manzara. Yıl 1993'ün sıcak bir ağustos günüydü. Tam ot biçme zamanı, herkes tarlasında işiyle meşguldü. Öğle arasında yemek ve ibadet için verilen molayı değerlendirmek adına serinlemek için köyün aşağısında akan ırmağa inmiştik.
Önüne set kurup dev bir havuza dönüştürdüğümüz suda yüzerken bir anda askeri konvoyu yanı başımızda bulmuştuk. Ben diyeyim yüz-yüz elli, siz deyin iki yüz-iki yüz araçlık bir konvoy geçti de geçti oradan. Yaşı on üçün üzerinde olanlarımız durumun ciddiyetini anlayıp sudan çıktılar, üstlerini giyinip köyün yolunu tuttular. Bölgede benzer manzaralar hep operasyonların habercisi olurdu çünkü. On yaş civarında olanlarımız da askerlere el sallayıp serin suyun keyfini çıkarmaktaydılar. Yolda geçen araçlara el sallamak biz çocukların adetiydi. Yarım saat geçmişti ki, şuan bulunduğumuz yere helikopterler asker indirdi peyderpey. Biz daha doğru dürüst üstümüzü giyinmeden otomatik silah sesleri yamaçlarda yankılanmaya başladı. Meydan'ın hafif bir kavis çizerek biraz yokuşla vardığı karşı zirvede PKK üyeleri vardı. Çok geçmeden oradan da silah sesleri yükseldi.
Karşılıklı çatışma gece yarısına kadar sürdü. Karanlık çökmeye başladığında izli mermiler ile havan toplarının çıkardığı alevler görünmeye başladı. İnsanlarımız tedirgindi. Biz çocuklar erken uyuduk. Yetişkinlerin gözlerine uyku girmemişti sabaha kadar. Gün ağarırken, operasyon sona erdi. PKK üyeleri karanlığa karışıp gitmişti. Yaralı askerler helikopterlerle taşındı, diğerleri ağır yükleriyle önce köye indiler sonra da konvoy araçları ile geri döndüler. O gün büyüklerimiz ile askerler arasında geçen konuşmaları hatırlayamıyorum.
Ertesi gün çobanlar iki zirveyi gezmiş, kayalarda kan izlerine rastlamışlardı. Ne asker ne de örgüt, içinde 'ölü' geçen herhangi bir cümle kurmadı. Ancak ekranlara Kürtçe ve Türkçe ağıt yakan anneler yansıdı. Farklı şehirlerde, farklı evlerde… Aralarında ortak şeyler vardı elbette. Acı, gözyaşı, dua, başlarındaki yaşmak, cenaze namazı bunlardan birkaçıydı. Yani aileler vatandaşlıkta, imanda, kültürde kardeş, çocukları birbirine düşman!..
Yıllar geçti. Kan izi yok ama kayalardan sekmiş mermi izleri aynen duruyor. Havan toplarının Beranoğlu zirvesini kratere çevirdiğini ilk kez görüyoruz. Çatışma havasının soğukluğu adeta buralara sinmiş. Eskiden varmak için can attığımız bu zirvelerden hemen inmek istiyoruz.
Sessizlik, yalnızlık hissi bazı yerlerde insanı korkutan bir hal alır. Ormanın derinlikleri, otların yüksek olduğu batak yerler, bulanık nehir kenarları gibi. Şimdi bulunduğumuz yerde de aynı korkuyu, aynı soğukluğu, aynı huzursuzluğu hissediyoruz. Dönme vakti!
Geldik, gördük, dönüyoruz. Beyininiz; neden, niçin, ne adına, hangi akılla, nereye-ne zamana kadar benzeri sorularla meşgul iken olduğunuz yerin güzelliği yahut yiyip içtiğinizin tadı çok arka planda kalır ya, öyle bir durumu yaşıyoruz şimdi.
Bazen düşünceler ile bakışlar ters orantı arz eder işte. Önünüze bakarsınız ama çok uzaklara gider düşünceler, çok uzaklara bakarsınız fakat iç dünyanız vardır fikrinizde. Biz ikinci durumu yaşıyoruz inerken. Zirveden ipek yoluna bakıyoruz ancak yıllar önceki çatışmanın verdiği huzursuzluk, geride kalan izlerin bıraktığı etki yeniden iç muhasebeye sevk etmiş her birimizi. Sorular beynimize hücum ededursun, bulamadığımız cevaplardan kaçarcasına iniyoruz aşağı doğru.
Pişman mıyız gezimizden? Hayır, asla… Gerçeğimizle yüz yüze gelmek zorundayız. Görmezden gelmek hakikati değiştirmez. Dağların şahit olduğuna biz de vakıf olmalıyız. Yeni tecrübelerden istifade etmek gerekir.
Dağ demek tecrübe demek, dağ demek tefekkür demek, dağ demek Allah'ı anmak demek. Dağ demek…