Gecenin bir vakti, yol alıyorduk zamandan ve zeminden. Karanlığın siyah örtüsünü yarıp önümüzü aydınlatan araç farlarını, garip hisler içinde takip halindeydik. Gökte kayan yıldız misali, ilerliyorduk muhal menzile doğru. Yolculuğun kendine has hüznüyle bazı yolcular başlarını cama dayamış, gecenin kesif noktalarına dalıp gitmişlerdi. Zifiri karanlığa bakıyorlardı, fakat gördükleri kendi iç dünyalarından başka bir şey değildi. Peş peşe sıralanan dokunaklı türküler, bilinçaltındaki gizli saklı yaralara sızarak yeniden mayalıyordu kederi. Müziğin beslediği duygularla, açıkgözlere rağmen rüya kadar derin düşünceler içindeydiler...

Neyse, acımsı hatıraların yolculuk iklimine binaen içten içe zevk vermeye başladığı bir sırada, otobüs dörtlü sinyalleri yakıp kenara çekti. Motor sesi giderek güç kaybetti ve araç uygun bir yerde durdu. Şaşkınlık bütün yüzlerde gezdikten sonra, bakışlar muavine yöneldi. 'Araç arıza yaptı, durmak zorunda kaldık. İnip bakacağız, uzaklaşmamak kaydıyla isteyen inebilir.' anonsu, sorulacak pek çok soruyu peşinen engelledi.

Araç içindeki büyülü dünya bir anda hayatın acı gerçeğine bıraktı yerini. Suratlar asıldı, suskunluk hükmünü sürdü...
Dışarı çıkmak ilkin iyi geldi. Temiz hava yolcuları yavaş yavaş kendine getirdi. Yine de tütün içen birkaç kişi dışında, konuşan yoktu. 'Aracın tamir işi uzayacak.' haberiyle zaman durdu, beklemek ıstıraba dönüştü. Kararsız adımlarla bir o yana bir bu yana yürüdüm ben de.

Üç-beş turun ardından, biraz vakit geçsin diye suni aydınlığın kapsam alanındaki birkaç ağacın dostluğuna sığındım. Geniş gövdeli meşe ağacına sırtımı dayayıp aracın loş aydınlığını seyre daldım, vaziyetim daha iyi oldu. Fakat bir süre sonra, serinliğin sivri dişleri tenimi ısırmaya başladı. Durum gereği, gayet tabii bir edayla küçük bir ateş yaktım. Kıvılcımlar alev aldı ve önce tenim akabinde de yüreğim ısındı. Neden sonra, yolcular birer ikişer bana doğru geldiler.

Çok geçmeden, ateşin çekim gücü bizleri bir araya getirdi. Kızıl alevlerin etrafında büyük bir halka olduk. 'Ateş yakmanız ne iyi oldu.' cümlesiyle muhabbetin kapısı aralandı. Alev alan odunların çatırtıları eşliğinde diller çözüldü ve herkesin halihazırdaki yol hikayesi belli oldu. Temkinli ifadeler giderek yerini samimi konuşmalara bıraktı.

Başında sarığı, üzerinde uzun entarisi olan yaşlı bir amca, 'Ateş de bir nimettir.' Diye başladı konuşmaya. Ses tonu, anlatım tarzı o kadar hoştu ki herkes pürdikkat dinliyordu. Ateş, yıllarca dağlarda çobanlık yapmış olan bu amcanın en sadık dostlarından biriymiş meğer.

Soğuk ve sesiz gecelerde ateşten çıkan çatırtıların adeta konuşma şeklinde olduğunu iddia edip alevlerin Allah'ı zikrettiğini söyledi. Onun verdiği bilgiler ışığında, ateşe bakış açımız değişirken bir yandan da alev alev yanan çubukların çıkardığı sesleri anlamaya çalışıyorduk.

'Ateş, dünyanın varoluşundan bu yana insanın kadim dostudur, onunla aranızda uygun mesafeyi korursanız size hayat verir ama sınırı aşarsanız yakmak suretiyle öldürmeye kadar götürebilir işi.' diye devam etti. Sadece ateş üzerinden yapılacak tefekkürün ne denli derin olabileceğini örneklerle nazarlarımıza verdi. O konuştukça biz dinledik, biz dinledikçe o konuştu! Bekleyişin durdurduğu zamanın çarkları, mevcut halin güzelliğine nispet yaparcasına bu kez son sürat işlemeye başladı.

O gece, küçük bir ateş biz yolcuların bir araya gelmesine ve nahoş bir ortamın sohbetlerle hoş hale gelmesine vesile oldu. Bir varlıktan yola çıkarak pek çok farklı bakış açısını keşfettik. Eşyanın hakikatine dair düşünme süreci her birimize ayrı keyif verdi. Ne kadar zaman oldu, nasıl geçti anlayamadık. Zemindeki yolculuğumuz tefekkür yolculuğuna dönüştü. Tamir mi? Kimim umurundaydı ki artık? Hem insan kaç kez böyle macera yaşayabilirdi ki...