Uykusuz geçirmişti bütün geceyi İhsan. Fecrin aydınlığıyla cisimler görünür hale gelince çıktı evinden. Her şeyden ve herkesten, hatta kendinden bile kaçıyordu. Bir nevi, ecelinin peşinden gider gibiydi. Nitekim 'Çıkıp divaneler misali kendimi dağa taşa vurayım da ne halim varsa göreyim.' diyordu.

Onu böyle canından bezdiren sebepler o kadar çoktu ki, ne yapsa işin içinden çıkamıyordu. Köy ile kent arasında geçen tutarsız göçebe yaşam, elde avuçta bir şey bırakmadığı gibi çevresinden aldığı borçlar da gırtlağına dayanmıştı. Mevsimlik iş nedeniyle sürekli yer değiştirdiğinden, kurulu bir düzeni yoktu. Ucuz iş gücü, işçi masrafları, pahalılık derken epey içeri girmişti. Bankadan çektiği kredinin faizi gün gün birikiyordu. Dar günler kapısına dayanmakla kalmayıp evin içine kadar sirayet etmişti.

Dost, akraba, ahbap ve daha el uzatacak kim varsa, hepsi en zor günlerinde sırt döndüler. Derdini anlatmaya çalışıyor fakat kimseden yardım göremiyordu. Dışarıdaki olumsuz hava ev içinde fırtınaya dönüşüyordu. Bir zamanlar, 'Seninle aynı dam altında bir kuru soğan ile ekmeğe razıyım.' diyen eşi, kat kat elbiselere, üç odalı geniş bir eve, en az üç çeşit yemek bulunan sofraya dahi razı değildi artık. Gözleri neyi görse istiyor, istekleri yerine getirilmezse evin huzurunu cehenneme çeviriyordu.

İlk birkaç yılın mutluluğu hiç yaşanmamış gibi gerilerde kalmıştı.
Zavallı İhsan, eşinin cümlelerini ezbere biliyordu artık; 'Sayende gençliğimin hayrını görmedim. Dünyaya bir kere gelir insan onu da zehir ettin bana. Bir bana bir de komşunun hanımına bak! Ben senin kölen, hizmetçin değilim. Sen ne işe yararsın?' Üstelik bu tarz nahoş çıkışları üç çocuğun gözü önünde yapıyor, sesini dışarılara kadar duyuruyordu. Adamcağız haysiyet ve şerefine düşkündü. Bunun maddiyatla alakası yoktu. En umursamaz insanda bile gurur denen şey vardı nihayetinde. Gün geldi, sabır taşı çatladı adamcağızın…

Onu sabaha kadar uyutmayan son tartışmadan sonra, bedeni öfke ve çaresizliğine dar geldi. Kendini can havliyle dışarı atmasa elinden her türlü kaza gelebilirdi. Çıkmadan evvel, çocuklarının uyku halindeki masumiyetlerine baktı uzun uzun. 'Acaba suç bende mi, işe yaramaz bir baba mıyım?' diye geçirdi içinden. Oysa bir ömrü çalışmakla, ekmek peşinden koşturmakla geçirmişti. Sadece uyurken susabilen hanımına baktı sonra, yorgana sarılmış ağaç kütüğüne benziyordu. Uyku halinde dahi yüzündeki gudubet ifade aynen duruyordu. Aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşına tahammülünün kalmadığını anlamıştı. Çocuklarını öpüp 'Buraya kadar!' dedi ve çıktı.

İhsan, bir sevk-i tabi ile dağlara doğru tırmandı. Aklınca, eziyete dönüşen hayatına son verecekti ama bunu nasıl yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Zihin bulanıklığı ile yarım saat kadar yürüdü. Nefes nefese kaldığını, durunca anladı. Ne garipti hayat. Ölüme gitmek isterken bile dinlenme gereği duyuyor ve ölmek için bir plan yapmak gerekiyordu.

Daha yukarılara ulaşmak için tekrar davrandı. Sanki oraya varınca ne yapacağını anlayacaktı. Yürüdükçe yürüdü, zirveye uzanan sırtlara kadar ulaştı. Vadiye doğru dikine inen kayalıklara baktı bir süre. Oradan atlamayı geçirdi aklından. Kurdun-kuşun dahi ulaşamadığı keskin, sarp kayalıklarda hayatına son verecekti sözde. Yorgunluktan dizlerini bağı çözülmüş, yalpalayan adımlara ilerliyordu. Ölüme iki adım kala durdu. Birden, kendi eliyle kendi yaşamına son verme fikri dondurucu bir soğuklukla hücrelerine işledi.

İntiharın affedilmez bir günah olduğunu biliyordu. 'Ben bunu kendime yapamam, bu dünyamı kaybettim zaten, öbürünü de heba etmeyeyim şimdi. Bari kenarda yürüyeyim de belki ayağım kayar düşerim. Böylece kaza hükmünde olur ölümüm.' diye düşündü. Sonra gönlü buna da elvermedi. Dahası, aklı buna ikna olmadı. Evden çıkarken her şeyden ve herkesten kaçmıştı güya. Ama ölümün eşiğine gelmişken, vicdanından ve Rabbinden kaçamadığını ve asla kaçamayacağını anladı. Her an kendini gözeten sonsuz gücün yanı sıra, duygularına içerden hükmeden vicdanı varken, elinden bir şey gelmiyordu.

Zirveye doğru yürüyüşüne devam etti biçare adam. Ölmek için uğraşmanın hayata tutunmaktan daha zor olduğunu tecrübe etti ve zafiyetine gülümsedi. Güneş, göğün uçsuz bucaksız maviliğinin içinde parlayarak yükseldi. Kendinden bir saat kadar önce zirveye ulaştı kızıl oklar. Nihayet o da gelip çöktü yayvan taşların üstüne.
Aşağılarda, geceden kalma sis perdeleri tamamen gözden kaybolunca köyüne baktı. Mesafenin uzaklığından dolayı kimse görünmüyordu. Oturduğu yerde derin düşüncelere daldı adam. Dağların, denizlerin, göğün, çöllerin yanında neydi ki insan! Yaratılanların içinde küçük bir varlıktı sadece. Ama Allah, onu seçerek eşref-i mahlûkat yapmış, akıl-fikir vermişti. İyiyi kötüden, faydalı olanı zararlı olandan ayırt etmek ve tercihte bulunmak için hür irade bahşedilmişti. Buna rağmen eli kolu bağlanıyordu bazen insanın…
Kim bilir kaç bin asırdır yerinde tek milim oynamadan kaderine boyun eğiyordu dağlar-denizler. Uzaktan bakınca, insana ait ne bir iz ne bir eser görünüyordu. Bu irade sahibi insanların içinde; zalimi mazlumu, alimi cahili, zengini fakiri… her çeşidi vardı. Binlerce varlığın içinde insanoğlu sadece bir türdü. Kainatın işleyişi, her canlı türünün kendi arasındaki nizamı, benzerlikleri ve farklılıkları, ilişki ağı İhsan'ın aklını alıp götürdü. En son, kul olarak kendine tanınan olanaklara rağmen basiretsiz olduğuna hükmetti. Pişman oldu ve zaten perişandı.
Yüksekliğin, sakinliğin ve derin düşüncelerin tesiriyle, geceden kalma öfkesi kısmen dinmişti. Dert ettiği ne varsa, hepsinin çaresinin bulunduğunu ve lazım gelen çare için de müracaat etmesi gereken merciin Allah olduğunu anlamıştı. Kendine bir zarar vermenin anlamsız olacağına ve böyle bir günahın vebalini yüklenemeyeceğine kanaat edince biraz rahatladı ve sırtüstü bıraktı kendini. Ellerini güneş ışınlarına siper etti, öfkesi gibi vücut yorgunluğunun da geçmesi için zamana teslim oldu.
***
Dağın en tepesinde otururken kendi iç dünyasında hesaplaşan İhsan, ayağıyla sağa-sola ittiği orta büyüklükteki taşa dikkat etmemişti. Yerinde oynayan taşın altında kısmen parlayan nesneler vardı. İhsan, hala düşüncelerinde tam olarak sıyrılmasa da, iki eliyle taşı büsbütün yerinden kaldırdı. Taşı kaldırmakla beraber, 'Aman Allah'ım bu da ne?' diyerek hayretler içinde kaldı. Etraf o kadar sessizdi ki ses tonu kendine bile aşırı yüksek geldi! Bereket versin ki dağ başında kimsecikler yoktu. Aksi takdirde şaşkınlıktan attığı çığlığın peşinden birileri gelebilirdi.
Evet, derisi çoktan çürümüş üç kese altın öylece duruyordu taşın altında. İhsan afallamış halde bir süre ne yapacağını bilemedi. Duyguları baş döndüren devinimler içindeydi. Kendine gelmesi biraz zaman aldı. Vakit ilerledi, dağınık duygu ve düşüncelerini toplamayı başardı nihayet. Sevinçten içi içine sığmıyordu. Ancak böyle bir heyecan anında dahi açlık ve yorgunluk kendini hissettirmeye başlamıştı. Elini çabuk tutması gerekiyordu.

Aksi halde geri dönmeye takati kalmayabilirdi. O da tepeden aşağı inmek için davrandı.
Kendi kafasının içinde intihar düşüncesi varken dışarıdaki her şey ona bu fikrin yanlış olduğunu kendi dilince anlatmıştı. O da tabiattan gelen ikazlara kayıtsız kalamadı. Her bir nesne, kendi vazifesini en iyi şekilde yapıyor ve içinde bulunduğu kozmik düzene olan uyumluluğuyla Yaradan'a işaret ediyordu. Kendinden başka ne varsa, hepsi memnundu halinden. Alması gereken dersi almıştı İhsan.

Hayattan ümidini kesmiş, perişan olmuş bir adam olarak evden çıkmış ama nasibine doğru gitmişti. Çarelerini tükettiği bir nokta Rabbinin yardımına mazhar olmuştu. Dağın zirvesine çıkmak için verdiği emekten çok daha fazla nimetle dönüyordu. Bulduğu altınlar, durumunu düzeltmeye fazlasıyla yetiyordu.
Geriye, insanların bitmek bilmeyen merakları ve soracakları sorulara verilecek cevaplar kalıyordu. Onun da bir çaresi vardı herhalde… Çünkü er geç duruma vakıf olacaktı köylüler. Çok geçmeden öyle de oldu.

Türlü söylentilerin içinde en akla yatanı şuydu. Köyün yaşlılarından Hacı Musa'nın anlattığına göre bir asır önce, bu günlerdeki gibi insanlar yine savaş ve zulümden kaçıyorlardı. Düşman korkusuyla can derdine düşenler, geride ne bıraktıklarını düşünmeden kaçarken, zengin ama yaşlı bir adam kafileye yetişemedi. An be an yaklaşan tehlikeden kaçamayacağını anlayınca dağa doğru yön değiştirmiş. Düşman ticaret yolunu takip edeceğine göre kendisine ulaşmaları mümkün olmazdı.

Ne ki kendisi de varmak istediği menzile varamayacağının farkındaymış. Önden gidenlerden birine 'Madem yolda öleceğim, o vakit yanımdaki altınları öyle yüksek bir yere gömeceğim ki, onu bulacak kişi zahmet edip oraya kadar çıkmalı' demiş. Dağın başına çıkan yaşlı adam, yanındaki yiyeceklerle ancak üç gün yaşayabilmiş. İşte İhsan'a nasip olan üç kese altın, o yaşlı adamın dağın başına gömdüğü altınlardır. Bize eskiler anlatırlardı da inanmazdık. Nasip böyleymiş meğer!..