Referandum tarihi yaklaştıkça ilginç görüntüler çıkıyor ortaya. Ancak bazen anlamakta güçlük çekebileceğimiz durumlar da yaşanıyor.

Hatırlayınız, Cumhurbaşkanının başbakanla birlikte 1 Nisan 2017 tarihinde Diyarbakır'a yapacakları ziyaret için birkaç gün evvel hazırlanan fakat sonra apar topar kaldırılan bir afiş vardı. O afişte şöyle yazıyordu: 'Her 'EVET' Şeyh Said ve arkadaşlarına bir fatihadır.' Bu slogan daha sonra karşımıza şu şekilde çıktı:

'Her bir 'evet' vatan şehitlerine' fatiha' gibidir.' Peki, neden kaldırıldı o afiş? Kimler rahatsız oldu o ifadelerden? Şeyh Said'i sevmiyorsanız, niçin onu seven insanların oylarını almaya geliyorsunuz?

Afişin ilk haline karşı sergilenen tavır hoş olmadı. Resmi tarihin mesnetsiz yakıştırmalarla karaladığı fakat zamanın haklı çıkardığı bir şahsiyeti anmaktan korkmak, 'Evet' diyecek insanlara hiç yakışmadı.

Hani kurumsal veya siyasal kimliğiyle 'Hayır' diyecek çevrelerin 'Şeyh Said' isminden rahatsızlık duymaları, hatta korkmaları normaldir. 'Ölmüş birinden korkar mı insan?' demeyin! Evet, ölüden korkan diriler var. Korkmakta haklılık payları da var tabi. Çünkü kişiler ölse de davaları ölmez. Suçlu olan her zaman korkar.

O gün Şeyh Said'e kim karşı çıktıysa bugün de aynı çizgideki insanlar karşı çıkıyor. Ama gerçekler en açık haliyle ortadayken, hala resmi tarihin anlattığı gibi inanmak iki kat daha yanlıştır. Yani, Anadolu'nun doğusunda canı pahasına namus-i ekber olan İslam, millet ve memleket için çırpınan iki Said'imiz vardı; ikisini de yanlış anlattılar, yanlış tanıttılar. Neticede, birini zindanlarda çürüttüler, diğerini de hain ilan ederek darağacına gönderdiler. İşin hakikati neydi peki? Onları halkın gözünde karartanalar kimlerdi?

Olayı derinlemesine ele alan gayr-ı resmi tarih kitapları var. Sosyal medyada videosu olan yetkin kişiler var. Mesela Kadir Mısırlıoğlu, Mustafa İslamoğlu, M. Emin Yıldırım, Mehmet çelik gibi… Dileyen, interneti açıp videolardan konu ile ilgili detaylı bilgilere ulaşabilir. Konuyu derinlemesine buraya almak yerine bazı yüzeysel ama önemli bilgileri paylaşalım.
Mesela Şeyh Said-i Palevi'yi İngilizlerle işbirliği yapmakla itham ederek düşman safında gösterdiler. Kendi halkının en güzide alimi ve önderi iken bir anda 'düşman' sıfatıyla tanımlandı. Birtakım hile ve desise ile çatışmaya zorlandı. Sonunda da Diyarbakır meydanında birçok dava arkadaşıyla birlikte idam edildi.

Hakikaten İngilizlerle işbirliği mi yaptı? Hayır, asla! Mustafa İslamoğlu'nun 'Yürek Devleti' isimli kitabında konu ile ilgili çok önemli bilgiler var. İngilizler tarafından Kürdistan'a, isimsiz ve adressiz gönderilen birkaç mektuba istinaden zan altında bırakılıyor Şeyh Said. Ona bu iftirayı atanlara bakalım şimdi:

Mondros mütarekesini imzalayıp Lozan'a kim gittiyse asıl İngilizlerle işbirliği yapan da odur. Ki o kişi de İsmet İnönü ve ekibidir. Onları gönderen siyasi iktidar da malumunuzdur!
Adı geçen şahıs, Lozan Antlaşması sırasında İngilizlerin isteklerini yerine getirmek adına her türlü fedakarlığı yaptığını söyler.

O fedakarlıkların içinde neler yok ki; Musul'un, Kerkük'ün, Hatay'ın başka ülkelere bırakılması, boğazların durumu, Ege ve Marmara adalarının Yunanistan'a verilmesi, Yunan askerine tazminat verilmesi ve daha neler neler…

Lozan'a giden ekip sadece toprak kaybıyla yetinmedi. Fesle gidip şapkayla dönen mezkûr güruh, kime karşı savaştıysak onlara ait bir şeyler aldılar. Birinin kılık kıyafetini, birinin yasalarını, birinin medeni(!) hukukunu, birinin ceza sistemini, birinin demokrasisini getirip zorla millete kabul ettirdiler. Savaşla isteklerini millete kabul ettiremeyen Avrupa, antlaşma yoluyla hepsini yaptırma bahtiyarlığına erişti. İşin böyle kolay hallolmasını cana minnet bildiler.

Avrupa'nın modern medeniyeti(!)gelince Hilafet gitti, Şer'i hukuk gitti, tekke ve zaviyeler gitti, medreseler gitti, kılık kıyafet, dil gitti… Neredeyse bize ait bir şey kalmadı. Şeyhin karşı çıktığı Avrupa'dan ithal edilen bu yenilikler idi. Şeyh, kadim İslam değerlerini savundu. O, gidişatın hayra alamet olmadığını ferasetiyle biliyordu. Nitekim sonraki yıllarda nelerin yaşandığına bu millet şahittir.

Farz edelim ki resmi tarih kitaplarının dediği gibi Şeyh Said İngiliz yanlısıydı ve isyan başlattı. Peki, Said Nursi hazretlerinin günahı neydi ki aynı resmi tarih kitapları ondan hiç bahsetmedi? Oysa kendisi 1.000'e yakın talebesiyle beraber Rus ve Ermenilere karşı Van'ın kuzeyinde günlerce savaştı. Aynı cephede Ruslara esir düştü ve bir süre de esaret yaşadı o soğuk gurbette. Rus İhtilali sırasında bir yolunu bulup İstanbul'a geldiğinde, mücadelesine kaldığı yerden devam etti. Yerel basın-yayın organlarında Avrupa'nı küstah medyasına karşı muhteşem yazılarla mukabele ve mücadele etti. TBMM'de konuşmalar yaptı, milletvekilleriyle; hatta Atatürk'ün kendisiyle görüştü.

Kendi başına ümmet için bunca fedakarlığa katlanan Üstad'ın resmi kitaplarda hiç ismi geçiyor mu? Bırakın isminin anılmasını, defalarca zehirlenmek suretiyle ölüme mahkûm edildi. Öyle bir tecride tabi tutuldu ki mezarının yeri dahi sevenlerinden esirgendi. Halbuki rahmetli Üstad isteseydi başka bir ülkede rahat bir yaşam sürebilirdi. Ama o, daima milletinin ve memleketin geleceğini düşündü.

Olan olmuş bir kere, derdim eski yaraları yeniden kanatmak değil. Bilakis, isterim ki kardeşlik bağlarımız her zamankinden ziyade sağlamlaşsın. Birbirimize, Efendimiz (sav)in buyurduğu gibi duvarın tuğlaları gibi kenetlenelim. Ama kişileri de birileri sevmiyor diye mahkûm etmeyelim. Sürgün olmuş, zindana sürülmüş, darağacına gitmiş pek çok tarihi şahıslar da yine bizim insanımızdır. Kendi dönemindeki siyasi tavrın gazabına uğramış olabilirler ama yanlışı düzeltmek de bir erdemdir.