• 18.10.2023 01:00:00
  • 0

Meşhur bir ifadedir: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Müslümandan beklenen, haksızlıkla eli ve diliyle mücadele etmesi, nihayet içinden buğzetmesidir.

Gün, sayısı iki milyara yaklaşan Müslüman için, içinden buğzetme günü değildir. Koşullar, Filistin’de yaşanan haksızlığa elimizle ya da dilimizle karşı koymamız için oldukça müsait.

Filistin Müslümanları, imkânlarını üreterek cihad ediyorlar. Dünyanın farklı yerinde pek çok yoksul Müslüman, imkân üretip Filistin’e yardım etmeye çalışıyor. Lâkin sayısı iki milyara yaklaşan Müslümana da davayı anlatmak düşüyor ve bu noktada, Müslümanlar anlatmaya çok istekliler, haşa dilsiz şeytan değiller. Lâkin, Müslümanlar dilsizdirler. Çünkü bunca iletişim imkânına ve bunca sosyalleşmeye rağmen Müslümanlar Filistin davasını anlatmaktan acizdirler.

Dil, basit bir sınıflandırma ile dörde ayrılabilir: İlki meseleleri sadece duyuran günlük konuşma dili, ikincisi meseleleri hikmetle ifade eden ilmî dil, üçüncüsü kalplerde etki oluşturan sanatsal dil, dördüncüsü meseleleri günün gerçekliği doğrultusunda disipline olmuş, bir yanıyla etkili, diğer yanıyla stratejik siyaset dili.

Buradan bakıldığında şu gerçeklikle karşı karşıyayız:

DİLİMİZ VAR LİSANIMIZ YOK

Müslümanların ezici çoğunluğu, Filistin’e karşı vazifesini günlük konuşma dili bağlamında yaptığını düşünüyor. Öyle değil, zira Müslümanların dili var, lisanı yok. Müslümanların Filistin’le ilgili anlatımlarının bir tür iç konuşma (monolog), neden?

Çünkü;

  1. Müslümanlar, birbirlerinin dillerini bilmiyorlar; onun için Filistin konusunda bir “Ümmet istişaresi” oluşmuyor. Her birimiz, meseleyi bulunduğu yerden seslendiriyor. Sesimiz, kimi zaman birbirine karışmaktan bir mesaj olmaktan çıkıp boş gürültüye dönüşüyor.
  2. Müslümanlar, dünya dillerini bilmiyorlar; onun için Kudüs’ün insanlığı uyarmak gibi bir işlevi olmasına rağmen, dünyanın akıl ve kalp ehli insanlarına Kudüs/Filistin davasını ve diğer sorunlarımızı anlatamıyoruz. Dünya ile konuşamayınca dünyadaki herkesin bize düşman olduğu gibi bir düşünceye de kapılıyoruz. Acımız büyük ama paylaşamayınca onu iç dünyamızda daha da büyüterek bizi boğup durdurmasına yol açıyoruz. Oysa hiçbir acı, dava sahiplerini durdurmamalıdır.

İLİM DİLİMİZ HENÜZ “ÜMMET DİLİ” DEĞİL

Siyonistlerin Aksa Tufanı’nın ardından Gazze’ye yönelik saldırılarında ilk hedeflerinden biri Gazze Üniversitesi’ydi. Neden? Çünkü Gazze Üniversitesi, aynen su borularından roket, füze üreten el-Aksâ Tugayları gibi, kıt imkânlarla Kudüs/Filistin davasını ayrıntılı tetkiklere tabi tutuyor. Onun henüz basit yüksek lisans tezleri aşamasındaki araştırmaları dahi, Kudüs davasının çok yönlü anlaşılıp bugün ve yarın için yol gösterici verilerin elde edilmesini sağlıyor. Siyonistlere akıl verenler henüz palazlanma aşamasındaki bu çalışmaların Kudüs davasının geleceği için kıymetli olduğunu biliyor. Oysa dünya Müslümanları henüz bunun çok uzağında. Dolayısıyla Kudüs davasıyla ilgili ilmî bir dilimiz, meseleyi hikmetle anlatan bir dilimiz yok.

Yanlış bilgi samimiyet ve saygınlığı bertaraf eder, eksik bilgi ise yanlış yönlendirir. İlmî dil meselesi o kadar sorunlu ki kimi zaman Kudüs’le ilgili programlarda kürsüye çıkan alim ve akademisyen sıfatlı neredeyse herkes, kesinlikle art niyeti olmadan Kudüs davasının tarihsel evresiyle ilgili yanlış bilgiler aktarıyor.

Öyle ki aralarından biri hasbelkader tarihsel vakaları doğru aktarsa gidip elini öpesiniz geliyor. Halbuki tarihsel vakaları doğru aktarmak da yetersiz: Vakalar doğru aktarılacak, arka plan anlaşılacak, vakalar arasındaki ilişki tespit edilecektir. Ardından bu birikim, başka disiplinlerle birlikte analiz edilecek, yorumlanacak ve bugün için yararlanılacak bir değerlendirmeye dönüştürülecektir. Heyhat!

Dava bizim için niye önemli, bizden öncekiler ne diye bu davaya önem verdiler ve bugün biz, niye önem vermeliyiz? Kürsü konuşmaları bunlardan hiçbirini aydınlatmaya yaramıyor.

Cesaret edip kürsülere çıkanlar, Hz. Ömer’i, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı anmadan Kudüs davasını anlatıyorlar. Selâhaddin Devri’ni yararlanmayı zorlaştıracak kadar efsaneleştiriyorlar. Selâhaddin sonrası Haçlı-Moğol iş birliğinden ise haberleri bile yok. Bunun için, son istila için, ilmî ortamlarda bulunmalarına rağmen “Bu, bir Haçlı Seferidir” deyip duruyorlar. Böylece meseleye uzaklıklarını da teşhir ediyorlar.   

Bunun yanında ilmî dil hususundaki sorunlarımız şöyle özetlenebilir:

  1. Müslümanlar arasında “ulus devlet” bağlamlı düşünmek, Müslümanların zihinlerini gittikçe otonomlaştırıp birbirine yabancılaştırıyor. Buna karşı “ulus merkezli imparatorluk hayalleri” ise Müslümanları birbirinden kuşkulandırıyor ve onların birbiri aleyhine çalışmalarına, Siyonistlerle ittifaklar kurmalarına yol açıyor. Arka planında Yahudilerin bulunduğundan kuşku duyulmayan bu eki eğilim akademik çalışmalara yansıyınca ortaya Ümmet aleyhinde bir söylem çıkıyor.
  2. İslam tarihi boyunca Müslümanların ilmî çalışmaları ya devletler tarafından desteklenmiş ya da zenginler.

“Ulus devletler”, Kudüs davasıyla ya hiç ilgilenmiyor ya da Kudüs davasına “kendi ulusal çıkarları/imparatorluk hayalleri” doğrultusunda değerlendiriyor. Bu da Kudüs davasının doğru anlaşılmasını sağlayacak araştırmaların önünü kapatıyor, aksine Kudüs davasıyla ilgili, ulusçuluğun atası Oryantalizmin etkisinde çalışmaların üretilmesine yol açıyor. Bizim çoğu zaman Kudüs müktesebatı dediğimiz, Oryantalizmin etkilerini bertaraf etmesi gerekirken “ulus devletler” desteğiyle üretilen çalışmalar aslında birer “Self-Oryantalizm” eseri olmaktan öteye gitmiyor. Bu ulusal kaygıyla üretilmiş çalışmalar, Müslümanları yanıltıyor ve birbirine düşürüyor.

Kimi zaman “Ümmet buluşmaları”, “İslam birliği” gibi isimlerle yapılan buluşmalarda Müslümanlar, bunları duydukça kaynaşmak bir yana birbirlerine karşı olumsuz izlenimlere kapılıyorlar, umutlarını yitiriyorlar. Çünkü bu çalışmaların özü, Müslümanları ayrıştırmaya dönüktür.

Zenginlere gelince ilmî çalışmaları destekleyen zenginleri, vakıfları çoktan yitirdik. Zenginler, ilim adamlarını ne okuyorlar ne biliyorlar ne de desteklemeyi düşünüyorlar. Alimin çalışma koşulları, onları cami kapılarında avucunu açan dilencilerin hâli kadar dahi ilgilendirmiyor. Alimi, ilâhi biliyorlar, onu desteklemeye de “Allah versin!” havasıyla yaklaşıyorlar.  

Bundan dolayı “ulus devlet” mantığını aşan ve Ümmet unsurlarını birleştiren ilmî çalışmalar tamamen sahipsiz kalıyor. Bu çalışmalar kimi zaman, top atışı karşısında bir mavzer mermisi kadar dahi etkili olmuyor.

  1. Müslüman ilim insanlarını buluşturacak sivil enstitüler kurulamıyor. Alanla ilgili konuşanların çoğunun doğrudan Kudüs mücadelesi tarihi ihtisası yok, ilmi çalışmaları ne okuyorlar ne duyduklarında anlıyorlar. Onların oluşturduğu gürültüden dolayı ihtisas sahipleri seslerini duyuramıyorlar.

SANATSAL DİLİMİZ GERİLEMEYE DEVAM EDİYOR

Kur’an-ı Kerim, insanların hem aklına hem kalbine hitap ediyor. Müslümanlar, Hz. Peygamberin önderliğindeki savaşlarda kalpleri harekete geçiren ayetleri okumakla kalmamışlar, her mübareze ve muharebeyi aynı zamanda şiirle anlatmışlardır.

Sanat, İslâmî mücadelenin kadim bir yanıdır ve Hz. Peygamber’den sonra şiir ve hitabet, Müslümanların davalarını duyuran iki sanattır.

Nûreddin ve Selâhaddin Hazretlerinin başarısının bir kısmı da sanatla ilgilidir. Onların her hizmetini anlatan ve sesini halka estetik duyurabilen büyük şairleri vardı. Bununla birlikte çağlarının büyük dil ustalarından Kâtip İmâdüddin el-İsfahânî gibi şahsiyetler davayı nesirle de aktararak hem günlerine anlattılar hem bugüne anlatıyorlar. Ayrıca hat ve mimari de davayı anlatırdı.  

Yirminci yüzyılda İslâmî mücadele kendini toparladığında sanat, ilmin de önündeydi. Müslümanların şairleri, ilim adamlarından daha çok topluma ulaşıyorlardı. Ama sanatsal anlatımın tam da öne çıkmaya başladığı yirmi birinci yüzyılın eşiğinde Suudi merkezli bir akım, bütün İslam alemini etkisi altına alırken sanatı adeta gündemimizden çıkardı. Bu akım, geçmişte içimizde her tür sanatı sefahatle ilişkilendiren, sakat bir zihniyet oluşturdu. Kur’an ve Sünnet’e her yönden aykırı bu zihniyet yüzünden genç nesiller, sanatla İslam’ı yan yana getiremez oldular.

Neticede ruhsuz bir Müslüman gençlik yetişiyor, diyemeyiz, ruhunu başkalarının ürettiği sanatlardan besleyen bir gençlikle yüz yüzeyiz. Son dönemde gençliği yönelik şikayetlerin çoğunun alt yapısında bu Kur’an ve Sünnete aykırı ama İslam adına verilen hükümlerle varılan sanat düşmanlığı yatıyor. Kur’an ve Sünnet’ten ayrılanlar, Kur’an ve Sünnete tabi bir gençlik yetiştiremezler.

Kudüs davası da neredeyse İslam aleminin tamamını etkisi altına alan bu anlayıştan etkileniyor.

Sanat, dildir; sanatı olmayanın dili yoktur, sanattan vazgeçen dilini elleriyle koparmıştır. Dili olmayanın davası marjinalleşir ve biter.

Kudüs davasının, geçmişi, bugünü ve yarınıyla her aşamasının sanat konusu yapılması gerekir. Öncelikle bilinen dünya dillerinde birbirini besleyen şiir ve müzik… Roman, hikâye, tiyatro… Sanat adına ne varsa Kudüs’ü anlatacak ki akılları bilgi ile harekete geçmeyenlerin kalbi, sanatla yumuşasın ve ihya olsun. Sanat olacak ki akıl ve kalp buluşsun, mücadele ruh kazansın, vicdanlar uyansın… Bir karikatürün kafirleri nasıl sarstığını görmüyor muyuz?

Bugün İslam aleminin özellikle Körfez ülkelerinin zenginleri, Türkiye’de her biri bir ülke kadar büyük büyükşehir belediyeleri genel olarak İslam davası için, özelde Kudüs davası için onlarca sanatkârı himaye edebilir. Bu, onlara da çok yönlü fayda sağlayacak. Ne yazık ki bu zenginler ve kuruluşlar, hâlâ sanata destek derken gayri İslâmî etkinlikleri desteklemeyi anlıyorlar.

Amerika, uzun bir süredir İslam aleminde adeta, düzenli bir şekilde insan kurban edilen sunaklar kuruyor, insan kesen kasaphaneler inşa ediyor: Irak, Afganistan, Filistin.  Filistin’de siyonistler, ABD hesabına çalışan cellatlar gibi iş görüyor.  ABD desteği demek ABD’den beslenen küresel siyaset, sivil örgütlenme, siyasi partiler, medya ve sanat çevrelerinin siyonizme küresel bir destek sağlamaları demektir.

Batı, söz konusu İslam alemi olunca bütün insan hakları söylemlerini bir yana bırakıyor ama biz bu tutarsızlıkları gençlere kavratacak hiçbir sanatsal etkinlik geliştiremiyoruz, dilimiz var ama yok.

SİYASİ DİLİMİZ KISITLI VE BENCİL

Siyasi dil, dilin diğer versiyonlarından beslenip onları buluşturan güçlü bir söyleme sahip olmalıdır.

Siyaset, pek çok yönüyle dildir. Siyasi dil, gelişigüzelliğe bırakılamaz. Siyaset; tutarlı, günün ihtiyaç ve gerçeklerine uygun şekillenen bir söylemi dillendirmek durumundadır. Dolayısıyla üst bir dildir, daha doğru bir ifadeyle diğer dillerin de sözcüsü konumundadır.

Oysa İslam aleminde siyasi söylevlerin çoğu, ya dış güçlerle yakınlaşmaya dönük “ulusal dil” ya da kendini halka kabul ettirmeye dönük bir propaganda diliyle şekillenmektedir.  

Kudüs davası ile ilgili siyasi dile de bu hakimdir. Siyasiler, Kudüs davasında bile çoğu zaman “Kudüs için Kudüs davası”ndan öte, kendi ulusal çıkarları ya da günlük siyasi çıkarları için Kudüs şeklinde bir söyleme sözcülük yapıyorlar.

Kudüs hakkında söyledikleri, toplumun ilgisini çekmediği gibi ilmî arka plandan da estetikten uzaktır. İlim insanları, siyasilerle buluşamıyor. Siyasiler, ilim insanları ile buluşmayı lütuf sayıyor. Günümüzde törensel buluşmalar dışında, hangi siyasi lider; ilim insanına selam veriyor? Selam verse ilim insanını onurlandırmış gibi davranıyor!

Halbuki Kudüs davasının büyük isimleri Nûreddin, Selâhaddin, Melikü’l-Adil, Melikü’l-Kâmil, Melikü’l-Muazzam gibi İslam önderleri savaşta olmalarına rağmen nitelikli vakitlerinin mühim bir kısmını alimlerle sohbet ederek geçiriyorlardı. Sayılan isimler kendileri de büyük alim olmalarına rağmen, her gün alimlerle buluşmayı programlarının vazgeçilmezlerinden edinmişlerdi.

Bugün siyasilerimiz yılda bir kez dahi bir alimi dinlemeye tahammül etmiyorlar. Kongre ve sempozyumlarda nutuklarını atıp bir oturumu dahi dinlemeden çekilip gidiyorlar. Kudüs davasında da manzara aynı…

Sonuç olarak;

  1. Kudüs davasında Ümmetin kararlı bir arka plana sahip ortak bir söylem edinmesi zorunludur. Bu söylem, Ümmetin Kudüs davası konusunda ciddiyeti kadar birliğini de duyurmalıdır.
  2. Kudüs davası ile ilgili ilmî kurumların çalışmalarını buluşturacak kurumlar ve ilmî ortamlar oluşturulmalı, bu buluşmalar herhangi bir ulusal yanı yansıtmak ya da hedef almak yerine Ümmetin söylemini geliştirme kaygısı taşımalıdır. Kudüs davasının tarihsel bilgi yanı, bugünkü şuur ve söylem yanını besleyecek şekilde tamamlanmalı.
  3. Kudüs davasını Ümmete ve dünyanın diğer halklarına kendi dillerinde anlatacak kurumsal yapılar oluşturulmalı, ABD’deki Beyaz Saray çalışanı da Ortak Afrika’daki Siyahi de Kudüs davasından haberdar olmalıdır.
  4. Kudüs davasını ve siyonistlerin Müslümanlara çektirdikleri acıları işleyen sanat faaliyetleri desteklenmeli, karikatür, müzik, şiir, öykü, roman, tiyatro, resim gibi sanatın her dalında Kudüs davasını ve Filistin’in acılarını dünyaya duyuracak bir sanat fırtınası estirilmelidir.
  5. Siyasi dil, karmaşıklıktan ulusalcı ya da günlük siyasi çıkar amaçlı bencillikten kurtarılmalıdır. Siyasi söylem; Kudüs davası ve Filistin’de çekilen acıları dünyada güçlü bir kamu diplomasisi oluşturacak şekilde anlaşılır olmalı. Bunun yanında stratejik, akademik, sistematik ve estetik bir bütünlüğe kavuşmalıdır. Öyle ki günlük dilin ötesine vakıf olmayan sokaktaki insanımız da kavramlarla düşünüp konuşan diplomatlar da siyasilerimizi anlamalı ve ciddiye almalıdır.