ABD yönetimi el değiştireli henüz bir hafta oldu. Değişim, arka planda pek çok tartışmayı beraberinde getirse de, tören her zamanki gibi demokratik görüntülerle ekranlara yansıdı. Clinton, Bush, Obama ve Trump aynı karedeydiler. Birbirlerini zerre kadar sevmeyen bu dört lideri bir araya getirenler, dünyaya mesaj vermek için buna benzer kareleri hep önemsemişlerdir. Makama oturmuş ve oturacak olan kuklaları berberce vitrine çıkarmak birlik, beraberlik, seçilmişlere saygıyı ifade eder.

Peki, işin aslı böyle midir? Hayır, kesinlikle…
Nereden mi biliyoruz? Adı geçen dört liderin yönetime gelirken sarf ettikleri ama tam tersini yaptıkları barış dolu nutuklarından biliyoruz tabi ki! Devrin güçlü ülkesi olmanın getirdiği avantajla yalanı doğru, doğruyu yalan diye dayattılar. Algıları alt üst eden medya kanalıyla Ortadoğu başta olmak üzere ulaşabildikleri her yerde irili ufaklı çatışmaları körüklediler. Buna da 'Demokrasi götürüyoruz' kılıfını uydurdular.

Sürekli taraf değiştirip işi dengede tutmak yöntemlerinden biridir zaten. Oyun açıktan oynamasına rağmen, kimseden hileleri bozacak hamleler gelmiyor maalesef.
Gelenek hep aynıdır. Görev süresi biten lider, kendinden sonra gelecek olan kişiyeyarım kalmış işler, bitmemiş hesaplaşmalar bırakır. Dolayısıyla Trump'tan farklı bir şey beklemek safdillik olur. Belli ki Obama'dan kalan işgal projeleri ufak tefek değişikliklerle devam edecek.

ABD'nin gizli servis elemanlarının itiraf ettiğine göre -ki itiraf etmeseler bile artık biliniyor- ABD'nin sistem kontrolü belli başlı şirketlerin elinde. Bu şirketleri elinde bulunduranlar da Yahudi aileleridir. Onlar ne isterse başkan ve kabinesi onu yapıyor. Çok uzun yıllardır ülkeyi işgalden işgale sevk edenler aynı lobidir.

Deşifre olmamak için medya üzerinden düşman ülke belirleyip, insanlar ikna olacak kıvama getirilince orduyu harekete geçirirler. Yetki sahibi kişileri çeşitli gayrı ahlaki yöntemlerle avuç içine aldıkları için her istediklerini yaptırabiliyorlar. Sözlerini dinletemedikleri biri olursa şayet, suikast düzenlemek suretiyle icabına bakarlar.

Dikkatleri yapay dış tehditlere yönlendirdikten sonra iç piyasa yine kendilerine kalır. İçerde siyasi açıdan durum böyle. Ya dışarıda?
Bugüne kadar ABD'nin siyasetinde yönetim her el değiştirdiğinde, özellikle halkı Müslüman olan ülkeler, 'Bekle gör.' politikasını izledi. Çünkü bekleyip görmek daha kolay. Ancak kişiler değişse de ABD ve onun güdümündeki Avrupa'nın felsefesi, rotası ve hedefleri hiç değişmedi.
Peki, ne olacağını görmek için beklemekdoğru bir tavır mı? Hayır değil. Olması gereken, işi gereği gibi, yani şartların el verdiği ölçüde en iyi şekilde yapıp sonra da tevekkül etmektir.
Bu manada, gördüğümüz kadarıyla batıya kafa tutan tek ülke Türkiye'dir. Ülkemizin insani çabaları dışarıdan takdir kazansa da açıktan yardıma koşan başka ülke yok maalesef!
Türkiye'nin attığı her adım doğru mudur, tartışılır. Ancak ümmetçe zor bir süreçten geçtiğimiz acı hakikattir.

Hal böyle iken daha güçlü olmak ve iç pürüzlerden kurtulmak için halkın kendi çapında elini taşın altına sokması gerekir. Mülteciler, yurt içi ve yurt dışı operasyonlar, muhtemel savaş tedbirleri, ekonomik saldırılara karşı direniş… ve sair konular, mali yük olarak, zaten yeterince hazineyi zorluyor. Buna iç piyasadaki durgunluğu ve bu durgunluktan dolayı devlet kapısında iş bekleyenlerin nakdi yardım beklentilerini ekleyince iş çıkmaza giriyor.

Mesela herkes devletten masabaşı iş istememelidir. Elindeki imkanı değerlendirmek yerine İŞKUR'un üç-beş kuruşuna göz dikmeyi bırakmalıdır.
İç siyasetin kutuplaştırma, dışlama, bastırma etkisinden dolayı insanlar birbiriyle uğraşır hale geldiler. İşinin başında olması gereken insanlar,her gün kahve köşelerinde siyaset tartışıp dururlar.

Elinin altındaki dönümlerce araziyi ekip biçmek yerine İŞKUR'abaşvurarak üç-beş liraya razı olur hale gelen birçok kimse var.
Emek veren az sayıda insan kaldı. Gençler sabit maaş, sigorta ve düzenli iş istiyor.

Bazı kimseler de devletin herhangi bir kurumunda işe başlamayı keyif çatmak için fırsat olarak görüyor. Yani 'Devlet işine gir, hiçbir şey yapma ve rahat et' gibi bir fikir içinde oluyor.

Demek istediğim; tembellik yapıyoruz, işin kolayına kaçıyoruz. Devletin üreticilere sağladığı desteklere rağmen canlılık artmıyor. Bütün çarşılar başıboş gezen insanlarla dolu. Tarım ve hayvancılık ihtiyaçlara cevap veremiyor. İşsizlikten, geçimsizlikten ve halinden şikayet edenlerin çoğu, tembellik yapanların ta kendileridir.

Ülke vatandaşı olarak çeşitli krizlerden, siyasi gelişmelerden hep birlikte etkileniyoruz. Fakat refah içinde yaşamak büyük ölçüde kendi elimizde. Fertler üzerine düşeni yaptığı zaman toplumsal düzen rayına oturur; yaşam standartları artar. Toplumsal değişim şu ayetin ışığında gerçekleşmelidir:

'Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da o toplumun kaderini değiştirmez.' (Rad/11)
Özetle, ülkenin müreffeh geleceği için bireylerin üzerine düşeni yapması; dünyada söz sahibi olması için de devlet olarak kendi tedbirini alması gerekir. Aydınlık yarınlar umuduyla…