Moğol istilası, İslam dünyasının doğusunu Türkistan ve İran’ı yerle bir etti. Abbâsî Devleti ve Irak’ı tüketti, Anadolu ve Şam’da da insan kıyımlarıyla neticelendi.
Kürtler, önce istilanın öncü kuvvetlerine maruz kaldılar ve İslam dünyasında nadir bir örnek olarak Moğollara karşı kahramanca direndiler. Bu ilk öncü kuvvetler, Siirt gibi yerleşimlerde on binlerce Kürdü kılıçtan geçirdi. Öncülerin ardından onlardan kaçarak bölgeye gelen Celâleddin Hârzemşah da Ahlat ve çevresindeki Kürt beldelerini neredeyse yerle bir etti.
Moğollar bu kez büyük kuvvetleri ile geldiklerinde önlerinde Ahlat olmayınca engelsiz bir şekilde Meyyâfârikîn’e (Silvan) kadar yol aldılar. Meyyâfârikîn Hükümdarı Melikü’l-Kâmil el-Eyyûb, kendisinden önce bazı Afgan emîrler dışında görülmemiş bir direniş gösterdi. Moğolları durdurmanın mümkün olduğunu, canı ve devleti pahasına da olsa dünyaya ispatladı.
Moğollar, Şam Eyyûbî Devleti’ni ortadan kaldırdılar. Mısır Eyyûbîleri de yine Moğol istilası ile ilgili olarak Eyyûbîlerin memlûklerinin hakimiyetine geçti.
Moğol istilası, İslam’ın pek çok kazanımını imha ettiği gibi, Kürtlerin de altı yüzyılda elde ettikleri kazanımlarını imha etti. İstilanın ardından Kürtler adına Hama Eyyûbî Hükümdarlığı ile Hasankeyf Eyyûbî Hükümdarlığı kaldı.
Moğol istilası, İslam aleminde büyük değişimlere yol açtı. Moğollar, dış güçlerle cihad geçmişi olmayan bir İslâmî anlayışı ve fıkha karşı hikemiliği (felsefeyi) desteklediler. Irak’taki mezhepsel yapı hızla İran’a taşındı; Farslar, kimlik değişimine uğradı. Kürtler ise İran coğrafyasında da mezhepsel yapılarını korudular.
Moğollarla birlikte diğer bir değişim olarak, nüfusları yüz binleri aşan Türkmen toplulukları İslam aleminin merkezine (Ön Asya’ya) geldiler. Bu toplulukların çoğu da ulema kesiminin yokluğunda baba, pir gibi şahsiyetlerin etrafında namaz, oruç gibi ameli yanları bulunmayan yüzeysel ve fıkhı oldukça sınırlı bir dinî anlayışa sürüklendiler.
İslam’ın siyasete getirdiği en mühim yanlardan biri kuvvetin yerine hikmeti kaim kılması, kuvveti hukuk, vicdan ve ferasetle sınırlandırmasıdır.
Moğolların buna karşı İslam dünyasına getirdiği en mühim husus ise siyasetin ana belirleyeninin dünyanın sair noktalarında olduğu gibi kuvvet olmasıdır. Moğol istilası ve sonrasında kuvvetli olan, hükmü ele geçirdi.
Buna karşı Müslümanlar, Moğol istilasında genel olarak aşiret mikro yapısına geri döndüler ve gerek siyasi çıkmazı aşmak gerek Moğolların yol açtığı ve Batı istilasını neredeyse aratmayan ahlak sorununu aşmak için tarikatlar etrafında buluştular.
Moğol istilası öncesinde Kürtler, aşiret yapısını aşıp Rojki benzeri büyük bölgesel buluşmalara hatta Şeddadî, Mervanî, Eyyûbî gibi tamamen büyük medeni devlet buluşmaları düzeyine çıkmışlardı. Moğol istilası ile birlikte bu yapı çöktü. Kürtler, mikro aşiret yapılarına geri döndüler.
Moğol istilasını esasında üç-dört safhaya ayırmak gerekir: (1) Öncü Moğollar niteliğindeki Hârizmşah yıkımı, (2) Fiilî istila devri, (3) İlhanlılaşma devri, (4) Moğol bakiyeleri ve Türkmen kabileleri arası mücadele (Karakoyunlu-Akkoyunlu çatışmaları) devri.
Yavuz Sultan Selim Devri’nde varılan büyük Osmanlı sulhuna kadar yaklaşık 250 yıl süren Moğol ve haleflerinin devri, bölgemiz açısından bir yıkım ve anarşizm devridir.
Bu yıkım devrinde Kürtler şunu öğrendiler: (1) Kendileri gibi kuvveti sınırlı bir toplum açısından gayrimüslimlerin dış istilasından daha yıkıcı bir musibet yoktur. (2) Dış istila karşısında direnmenin bir bedeli olsa da İslam, koşullar ne olursa olsun, kendilerini sosyal olarak korumakta ve siyasi olarak kendilerine avantajlar sağlamaktadır.
Dolayısıyla Moğol istilası, Kürtlerin İslam ilişkisinde bir değişikliğe yol açmadı. Buna karşı onların yeni bir örgütlenme ile İslam tarihi içinde yer almalarının önünü açtı.
Büyük şair Haci Qadîr-i Koyi’nin “Hemû şêx u mela û mîr in/ Zîrek û jîr ehlê tedbîr in ( Tümü şeyh, molla ve mirdir/ Kabiliyetli ve akıl ehlidirler) diye tarif ettiği Kürt yönetim yapısı işte bu süreçte oluştu. Koyi’nin zannederim belki rollerinin zayıf olmasından dolayı buna eklemediği dördüncü unsur, mişewr ya da aqilmend denen danışmanlardır. Bizden hemen önceki nesil dahi mişewr ve aqilmend olarak nitelendirilen ve vazifeleri tamamen danışmanlık olan şahsiyetleri gördü.
Koyi’nin ifade ettiği üç kesimden mirler ve şeyhler, nüfusu ve nüfuzu değişen bir topluluğun reisleridirler, onların bir maiyetleri ve onunla ilişkili olarak güçleri vardır. Mollaların ise sadece danışmanlık mahiyetinde etkileri söz konusudur, maiyetleri yoktur. Örfi olarak yetişen ve onlara göre çok etkisiz olan mişewr/aqilmendler de yine maiyetten yoksundular.
Kürt Mîrlikleri ve Kürt Aklı
Arapça “emîr” ifadesinin başındaki elifin düşmesiyle türeyen “mîr”; “beg/bey” anlamındadır. Bilinenin aksine “mîr”, bir aşiretin ağası değildir, aşiretleri etrafında buluşturan büyük beydir.
Moğol istilası sırasında Kürtlerin birliği tamamen dağılınca tarikat şeyhlerinden Erdebil Tekkesi’nin Şeyhlerinden Şey Ali Safevî belki de Kürtlerden umut keserek Moğollarla birlikte bölgeye yerleşen Türkmenlerin yanına yerleşti ve mezhebini değiştirip onların başına geçti. Onun bu atağıyla Safevî Devleti doğdu. Bu devirde pek çok Kürt şeyhi de Şam, Mısır ve Hicaz’da Arap-İslam aleminde faaliyet gösterdi. Kürtlerin kendi coğrafyalarında ise “mîr” denen, çoğu zaman tekkesiz bir şeyhlik ve beylikle aynı anda anılan bir yönetici sınıfı oluştu.
Mîrler, tarikat şeyhi değildirler, zira dergâh ve evradları yoktur. Lâkin hepsi olmasa da geneli, bütün kutsalların ayaklar altını alındığı ve kutsalın yeniden inşa edildiği istila sürecinde İslam’ın mukaddesatıyla kendilerini ifade edip kutsallık edinmişlerdir.
Medenî dünyada saf ırktan söz etmek neredeyse imkânsızdır. Günümüzün bütün kavimleri, kök olarak ırk olsalar da kavim olarak bir sosyal oluşumdurlar, kendilerini o kavimlerden kabul edenlerin oluşturdukları bir toplumdurlar. Bu, Kürtler için de geçerlidir. Nitekim Kürtlerin içine yerleşmiş Seyyidler ve farklı Hıristiyan topluluklardan İslam’ı seçenler de kendilerini Kürt kabul etmişlerdir ve Kürtlerin nitelikli kesimleri arasındadırlar.
Kürt mîrleri de elbette kavim olarak Kürt’tür ama köken olarak genellikle kendilerini Ashab aileleri ile ilişkilendirmişlerdir: Bahdinan/İmadiye, Hakkâri mîrlerinin kendilerini Abbâsî, Cizre/Bohtan/Azizan mîrlerinin kendilerini Halid b. Velid’in soyundan tanıtmaları gibi. Bitlis mîrleri gibi Bazı Kürt mîrleri de kendilerini İran Kisraları ile akraba diye tanıtmışlardır.
Mîr hanedanlarının bu tarifleri hiç kuşkusuz gerçek değil, ihtiyaç üzeri bir tariftir:
(1) Moğol istilası öncesinde devlet konumuna çıkan Kürt hanedanları kesinlikle kendilerini sadece Kürt olarak tanıtmışlar, bu tür tanıtımlardan sıkıca uzak durmuşlardır. Dolayısıyla sonrakilerin kendilerini o şekilde tanıtmaları, Moğol istilası süreci sonrasında zayıflayan kutsalı yeniden inşa ile ilgilidir. Kürt, dindardır ve kutsalı olmayanı tanımaz. Kürtlerde kabul görmek için kutsal bir yanınız yoksa çok güçlü bir asaletten gelmeniz gerekir. O da yoksa nihayetinde toplumun bütün kesimlerinin lehine büyük bir kahramanlık göstererek hatta toplum uğruna büyük bir acı çekerek kendinizi kabul ettirmeniz zorunludur. Özetle, Kürtlerde mîr olmak için kutsallık, asalet, kahramanlık-acı üçlüsünden birine sahip olunmalıdır. (Bunların hepsi bir arada olduğunda büyük saygınlık oluşur ki Kürtler arasında Eyyûbîler hanedanı tamamını sağlamıştır. Günümüzde de bunu sağlayan hanedanlardan söz edilebilir.)
(2) İslam toplumu olmakla herhangi bir Seyyidin veya Ashab torununun herhangi bir Kürt beldesinin başına geçmesi oldukça normaldir. Lâkin ilgili mîr hanedanlıklarının kendilerini ilişkilendirmede anlattıkları hikâyelerin inandırıcı yanı zayıftır, aksine o hikâyeler, kurgu olduğuna dair kesin bir kanaati sağlayacak kanıtlar içermektedir.
Hakikatte Kürtler, dil olarak Hint-Avrupa topluluğuna mensup olmakla birlikte, sosyolojik olarak onlardan ayrışmışlardır. Söz konusu toplumlarda akıl, sınıfçı olmakla adeta maluldür. Hint-Avrupa aklı, insanların eşitliğine pek de inanmaz, inanmış görünse de o inancı özümsemez.
Kürt aklı ise ondan çok farklı ve Arap aklına çok da yakın olarak eşitçilikle müpteladır. Kürtleri tarih boyunca büyük toplumların gerisine ve onların tahakkümüne düşüren bu eşitlikçilikle müptela akıldır. Bu akılda herkes, aşiretten birinin oğlu olmakla eşit olduğu gibi, bütün aşiretler de Kürtlerden bir aşiret olmakla diğerleri ile eşittirler. Böyle bir yapıda hiyerarşi oluşturmak, neredeyse eski Araplarda hiyerarşi oluşturmak kadar zordur.
Kürtler, İslam’ın Moğol istilasına kadar altı yüzyılında medenileşerek bunu aştılar ve Gürcü istilası karşısında sadece bir günde 24 aşiret arasında yüzyıllarca süren bir ittifak kurabildiler. Nitekim tek günde oluşan ittifaka Rojki (bir günde oluşan ittifak) denmiştir. Şeddadî, Mervanî, Eyyûbî hükümdarları da ağızları farklı (Kurmanci-Zazakİ-Soran-Goran) mekânları dağ-ova, deşt-zozan zıtlığına sahip Kürt kabilelerini aynı çatı altında bir araya getirdiler. Ama Moğol istilası, çok şeyi aşındırdı, geriye götürdü ve eşitlik hastalığının yeniden zuhuruna neden oldu.
Bu koşullarda, mîr kendisini Abbâsî veya Halidî gibi tanıtarak hem kutsallık kazanmış hem aşiret bağ ve eşitliğinden kurtularak bütün aşiretlerin etrafında toplanacağı bağımsız ve üst bir konuma yükselmiştir. Artık o, bir aşiretin mensubu değil, aşiretler arası bir buluşturma, birleştirme makamıdır.
Bu mahiyette oluşan Kürt mîrlikleri, şeyh, ulema ve aqılmendlerin desteğiyle hatırı sayılır genişlikte bir bölgede mahalli bir idare teşkil etmişlerdir.
Kürt mîrlikleri, Türkmen Karakoyunlularla bu esaslar üzerinden anlaşırken onların mahalli idaresini tanımayan Akkoyunlularla sürekli bir mücadele içinde bulundular. Safevîler zuhur ettiklerinde ise hem Akkoyunlular gibi, mahalli idarelerini tanımadılar hem mezhep değişimine zorladılar. Kürtler, iki yönden de Safevîlere itiraz ettiler. Buna karşı Safevîler aynen Akkoyunlular gibi güce başvurma yoluna gittiler.
Safevîlerin baskısı Kürt mîrlerini ulemadan ve tarikat ehli Şeyh İdris-i Bitlisî’nin delaleti ile Hasenkeyf Eyyûbî hükümdarının ağabeyliğinde Osmanlıya yöneltti.
Yavuz Sultan Selim’in önderliğindeki Osmanlı; Kürt mîrlerini ittifak etmekte samimi, dindarlıklarında sahih ve askeri kabiliyetlerinde maharetli bulup hiçbir topluluğa tanımadığı haklarla devlete kabul etti.
Moğol istilası sonrası kurulan ve tamamı Türkler tarafından yönetilen İslam Devletleri (doğudan batıya Babürler, Safevîler, Osmanlılar, Memlûkler) bölünme endişesinin tedbirliliği ve gücün verdiği imkânla merkezci bir yönetimi benimsediler. Abbâsîlerin ve genel olarak Moğol istilası öncesi İslam devletlerinin yönetim tarzından farklı bu tarzda Osmanlı, hiçbir kavmin mahalli idareler kurmasına izin vermezken Yavuz Sultan Selim, Kürtler özelinde buna razı oldu ve sonraki Osmanlı padişahları da bunu sürdürdüler.
Anadolu ve Rumeli’de kurulu Osmanlı Devleti’nin İslam aleminin çekirdeğine hâkim olması için Kürtler anahtar bir coğrafyada, anahtar bir kavimdiler. Kürtlerin temsilcisi bilge Şeyh İdris, bunun öneminin farkındaydı ve bunu iki tarafın da avantajına dönüştürmek için uğraştı.
Şeyh İdris, Yavuz’a gönderdiği mektupta “Bilad-ı Ekrad’ın Osmanlı'ya iltihakı, İstanbul’un fethi zaferini tamamlayacak derecede önemlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak (Bağdat- Basra’nın) diğer taraftan Azerbaycan ve diğer taraftan Halep ve Şam’ın yolları açılacaktır.” sözleriyle bunu açıklıyordu.
Anlaşmadan sonra tabi olunan sistem basittir. Kürt mîrlikleri, sair sancaklardan farklıca; idare olarak hükümet, mekân olarak ülke diye tanımlanacaktır. Osmanlı, mîrliklerde divan defteri tutmayacak, o bölgelere kadı atamayacak ve doğrudan vergi toplamayacaktır. Mîrler, bağlı oldukları beylerbeyi ile birlikte Osmanlı ordusuna katılacaklardır. Ama süreç içinde Mîrler, beylerbeyini de aşarak bizzat padişahlarla da muhatap olmuş ve onlardan saygı görmüşlerdir.
Alim ve şeyh İdris-i Bitlisî’nin imametinde İslam, bir kez daha Kürtleri çıkmazdan kurtardı ve onları o günün dünyasında en avantajlı kavimlerinden biri konumuna yükseltti. Kürt aklı, Batılılaşma ile karşılaştığında elbette bunu dikkate alacaktır.
Öte yandan Haçlı Seferlerine karşı Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddîn-i Eyyûbî önderliğinde Müslümanlar tarihî bir sulha ulaşmışlardı. Selâhaddin adıyla özdeşleşen bu sulh, Moğol istilasına uğramayan Memlûklar idaresindeki Mısır, Şam, Hicaz ve Yemen’de devam ediyordu. Osmanlı da Batı Anadolu ve yeni fethettiği Rumeli’ye sulh getirmişti. Kürt coğrafyası ise Karakoyunlu-Akkoyunlu çatışmaları ve nihayetinde Safevî çekişmelerinde bıktırıcı bir çatışma sürecindeydi.
Kürtlerin Osmanlıya katılmasıyla birlikte batıdaki Osmanlı sulhu, Selâhaddin’in sağladığı ve memlûklerince sürdürülen sulh sahasıyla bütünleşti, yakalar bir araya geldi, böylece İslam dünyası bizim Büyük Osmanlı Sulhu diyebileceğimiz yeni bir sürece girdi.
Bu sulh, İslam’ın güçlü olmasını ve Müslümanların birliğini lehlerine gören Kürtlerin Müslümanlar için tam da aradıkları idi. Bu sayede Basra’dan Bosna-Hersek’e, Yemen’den Kazan’a, Cezayir’den Kafkasya’ya İslam dünyası tek parça oldu ve Kürtler, bu devasa sahada yeni bir ivme kazandılar. Beldelerinde huzurla yaşarken Osmanlı orduları ile fetihlerden fethe koştular. Küçük medreselerinde faqi olarak yetişirken Medine, Kahire ve İstanbul medreselerinde alim olarak dünyaya seslendiler; ta Endonezyalara uzandılar.
Onların Büyük Osmanlı Sulhunda hem kendi edebiyatlarında hem Osmanlı edebiyatında vardığı konum, bilenler için kazanımlarının ne kadar büyük olduğunu simgesel olarak anlatmaya yeterlidir.
Moğol istilasını birebir taklit eden Batı istilası ile karşılaştıklarında Kürt aklı, bu kazanımları yok sayamazdı, yok saymamıştır. O akıl, Batılılaşma karşısında saadetinin felaketle karşı karşıya olduğunu görmüş ve ona muhalefet etmiştir.
Devam edecek inşaallah…