“Anne, ben neden kuşlar gibi uçamıyorum?”
“Çünkü sen kuş değilsin de ondan!”
“Olsun yine de onlar gibi uçmak, gökyüzünde dolaşmak
istiyorum.”
“Kanatların olsaydı belki uçabilirdin. Şimdi bırak uçmayı da
çık dışarı, biraz oyun oyna. Yapacak işlerim var. Oyalama beni.”
Çocuk üzgün bir şekilde kapının önüne çıktı. Annesi
kendisini anlamıyordu. Ne zaman uçmaktan bahsetse konuyu kestirip atıyordu işte.
Geçti duvar dibine oturdu. Az ötede yemlenen serçeleri izlemeye koyuldu.
Küçücük bedenleriyle bir o yana bir bu yana dönüyor, bulabildikleri kırıntıları
kaptıkları gibi bir yenisine koşuyorlardı. Bakarken dalıp gitti.
Kocaman kanatlarıyla köyün üstünde uçuyor şimdi. Bütün
insanlar ona bakıyor. İzleyiciler eğlensin diye akrobatik hareketler
sergiliyor. Birbirine karışıyor alkışlar, ıslıklar. Heves eden diğer
yaşıtlarının ellerinden tutup uçuruyor, onlara da tattırıyor uçma zevkini.
Birkaç tur daha attıktan sonra süzülüyor uzaklara doğru. Yüksek dağları aşıp
uçurumları geçiyor. Zor durumda kalmış hayvanlara yardım ediyor. Ormanın en
yükse ağaçlarının tepelerine inip kalkıyor. Oh ne hoş bir duygu, ohhh!
Denize doğru hareket edecekken, kediden ürken serçelerin
“pırrrr” diye uçmasıyla kendine geldi birden. Ah, yine böldüler! Zaten hayalin
en güzel yerinde bölüyorlar hep. Rüyasında bile uçsa kendisini uyandırırlar
kesin. “Yok, böyle olmayacak.” dedi çocuk. Ama uçmanın bir yolu olmalıydı
mutlaka.
Pek çok tuhaf denemenin hiçbiri işe yaramadı. Hatta kaç kere
canı fena halde yandı da yine vazgeçmedi. Yüksekten atlamalar, yapay kanatlarla
çırpınışlar, rüzgârın desteğiyle uçma hissine kapılmalar… Her başarısızlığın
ardından azar işitmekten de bıkmıştı. Artık şansını evden, hatta köyden uzak
yerlerde deneyecekti.
Bir perşembe günü iki oyuncağını da yanına alarak köyün
arkasındaki tepeye çıktı. Hem kendisi uçmaya çalıştı hem de oyuncaklarını
uçurmaya çalıştı. Olmuyordu bir türlü. Yorgun düşene kadar uğraştı. Biraz dinlenmek lazımdı. Oyuncaklarını sağına
soluna alarak uzandı sırtüstü yere. Göğün derinliklerine daldı gözleri. Bedeni gibi ruhu da ferahladı biraz. Uzun
süre böyle kalabilirdi. Fakat çok geçmeden büyük bir gölge geçti üzerinden.
Dikkati dağıldı. Ardından boşlukta dolanan bakışlarına bir bulut kümesi
takıldı. Yakın bir mesafeden geçerken kendi hizasında durdu.
“Hey, çocuk ne yapıyorsun orda?”
“Dinleniyorum biraz.”
“Yorulmuş olmalısın, halinden belli.”
“Evet, uçmaya çalışıyordum biraz önce. Her zaman olduğu gibi
yine başaramadım.”
“Çok mu istiyorsun uçmayı?”
“Hem de nasıl! Uçmak benim en büyük hayalim. Geceleri
uyurken sürekli uçarım rüyalarımda. En güzel yerine gelince uyanıyorum.
Çoğunlukla da annem uyandırır.”
“Bugün benimle uçmak ister misin?”
“Sahi mi diyorsun, beni uçurur musun?”
“Elbette, yeter ki sen iste!
“Heyyy!...
Yaşasııınnnn…”
Bulut kümesi geniş bir daire çizerek tepenin hizasına inip
pamuk avuçlarını açtı, çocuğu ve oyuncaklarını şefkatle içine buyur etti.
Heyecanlı konuk yerini aldıktan sonra yavaşça ayrıldı tepeden. Korkmasın diye
alçaktan uçtu önce. Sevinçten ağzı kalaklarındaydı küçüğün, üstelik hiç de
korkmuşa benzemiyordu.
Hayal mi, rüya mı; yoksa gerçek miydi bu olağanüstü durum!
Her şeyi görüyordu çocuk, yerlerini bildiği arazileri yukarıdan görüyordu işte!
Rengârenk çiçeklerin süslediği tarlalar birer tablo sanki. Arazide iş yapan
köylüler karınca gibi görünüyorlar. Kimin nerde olduğunu öğrendi çocuk.
Şu uçmak ne güzel şeydi, aman ya Rabbi! Boşluğun içinde serbest hareketlerle
süzülmek, yön çizmeden dolaşmak harikaydı. Bütün gün sürse bıkmazdı çocuk. O nereyi istediyse bulut oraya döndü yönünü.
Bu tepe benim o vadi senin derken köyün bütün arazilerini
dolaştılar. Gökte dairler çizerek keşif yapan kartalları, sürü halinde uçan
kargaları, daha yükseklerden uçan yaban kazlarını ve daha pek çok kuş türünü
selamlayarak geçtiler. “Bakın, ben de uçuyorum sizler gibi!” diye haykırıyordu
çocuk. Tatlı tatlı gezinmeleri daha epey sürebilirdi ancak rüzgârın hızını
arttırması bulut için uyarı niteliğindeydi.
“Eğlendin mi bakalım, küçük dostum?”
“Evet, eğlendim. Hem de çok…”
“İyi bakalım, buna sevindim. Artık ayrılma zamanı!”
“Biraz daha uçsak olmaz mı?”
“Gitmem lazım. Yol arkadaşım rüzgâr geldi. Uzak bir yere
yağmur yetiştirmemiz gerekiyor. Orada senin gibi yardım bekleyen bitkiler ve
diğer canlılar var. Yetişemezsek ölebilirler!”
“Peki, hayalimi gerçekleştirmeme yardım ettiğin için
teşekkür ederim bulut kardeş.”
“Rica ederim küçük dostum. Şimdi yolu biraz uzatarak seni
aldığım yere bırakacağım. Doğruca eve git ve anneni hiç üzme, tamam mı?”
“Tamam.”
Çocuk ikindiye doğru evine vardı. Sabah erkenden çıktığı
için bir hayli acıkmıştı. Daha içeri girer girmez yemek istedi. Annesi onu
görünce koşup hemen sarıldı. Kocaman öpücüklere boğduğu çocuğuna bir yandan da
nerelerde olduğuna dair sorular sorup durdu. Halbuki, gelince azarlayıp ceza
verecekti. Kıyamadı. Anne yüreği sonuçta!
Çocuk yemekten sonra olan biteni anlattı ancak annesi
inanamadı. Kimin nerede çalıştığını, kaç kişi bulunduğunu, tarlaların durumunu
bir bir söylemişti. Annesi bu bilgileri akşam kime sorduysa, durumun öyle
olduğunu doğruladı hepsi. Çobanların ne giydiğini ve koyun sürüsünün nerede otladığını
da söyleyince herkes ona inandı. Köylüler, “Bir daha anlatsana, nasıl oldu?”
diye defalarca baştan sona dinlediler onu. Ağızdan ağıza dolaştı bu macera.
Çevrede duymayan kalmadı. “Uçan Çocuk” lakabıyla meşhur oldu kendisi. Büyüyünce
kendi başına uçmanın bir yolunu bulup tüm çocukları mutlu edeceğine söz verdi
kendine. Çünkü çocuklar mutlu olursa, hayatın çok daha fazla güzelleşeceğine
inanıyordu. Şimdi yaşadığı şeyler geleceğe dair düşleriydi. Belki bir gün
çocukların bütün düşleri gerçek olacak.
“Çocuklar hayal kurmaz, hayali yaşar.”