Günümüz gençliği, hakikati arama ve ona tabi olma noktasında ciddi bir sorumsuzluğun içindedir. Hakiki din olan İslam’ın mensupları olan günümüz gençliğinin çoğunluğu bu dinden habersiz bir şekilde yaşamaktadır. Gayri Müslimlerin bu dini araştırma konusundaki gayretleri bizim için ciddi bir ders olmalıdır. İşte daha bir ateşperestken tabi olduğu dinin eksik olduğunu, asıl dinin mecusilik olmadığını düşünen ve bu konuda bir arayışa giren sahabenin gözde şahsiyetlerinden olan Selman-ı Farisi Hakiki din olan İslam’ı nasıl bulduğunun serüvenini köşemize taşıyacağız;

Evet, daha çocukluk yıllarında ailesi ile birlikte İsfahan’ın Cey köyüne göç etmiştir. Künyesi Ebu Abdullah olan, Selman-ı Fârîsî’nin asıl adı Mâhbe bin Bûzehmeşân bin Mürselân’dır. Selman-ı Fârîsî’nin babası Bûzehmeşân; köyünün ileri gelenlerinden olup Mecusi dinine bağlı bir adamdı. Oğlu Selman’ı da Mecusî dinine bağlı biri olarak yetiştirmiş ve kutsal ateşten sorumlu tutmuştu. Ateşin sönmemesi için görevlendirilen Selman, Mecusi mabedine gidip gelirken yol üzerinde rastladığı bir kiliseye girmiş ve rahiplerin ibadetlerini seyretmeye başlamıştı. Zamanla bu dinin atalarının dininden daha hayırlı olduğunu düşünmüş ve benimsemişti. Onlardan dinin merkezinin Şam olduğunu öğrenmişti. Babası Bûzehmeşân, oğlunun bu halinden haberdar olmuş ve onu hapsetmişti. Selman ise evindeki hizmetçi aracılığıyla İsevilerle irtibat kurmuştu. Nihayet Şam’a gidecek bir kervanın haberi kendisine ulaşmıştı. Hakikati bulma adına çıkacağı bu yolda ailesini arkasında bırakmış ve yola revan olmuştu. Böylelikle Selman-ı Farisi, hakikati bulma noktasında uzun bir yolculuğa başlamış oldu. Böylelikle sırasıyla, Şam, Musul, Nusaybin ve Ammuriye isimli şehirlerdeki rahiplerin yanına gidip onların hizmetinde çalışmış ve son yer olan Ammuriye’deki rahip de vefat edince yaşlı rahip de emr-i hakla karşılaşır ve Selman’ın değişmeyen sorusuna muhatap olur.

Rahip de ona: “Ey oğulcuğum! Vallahi, yeryüzünde sahip olduğumuz durumda olan, sana tavsiye edebileceğim bir kişi bilmiyorum. Fakat durum şu ki, seni bir peygamberin zamanı gölgelemiştir ki, o hak din olan İbrahim’in diniyle gönderilecek, İbrahim’in hicret ettiği topraktan çıkacaktır. Onun ikamet yeri ise iki taşlık arazi arasındaki hurmalıktır. Güç yetirebilirsen ona ulaş. Onda gizli olmayan bir kısım deliller vardır. O sadaka yemez, hediyeyi kabul eder, iki kürek arasında peygamberlik mührü vardır, gördüğün zaman onu tanırsın!” Bu sözlerin sahibi de ölünce Selman-ı Fârîsî bu toprakları araştırmaya başlar ve Kelb kabilesinden bir kafileye rastlar. Onlarla memleketleri hakkında konuşur ve rahibin tasvirine uyduğunu düşünür. Memleketlerine ulaştırmaları kaydı ile bedelini ödeyerek bir anlaşma yaparlar. Fakat Vâdilkurâ’ya gelince anlaşmayı bozarak onu bir Yahudi’ye köle olarak satarlar. Selman hakikat uğruna hürriyetini kaybetmiştir. Fakat gördüğü hurma bahçeleri, geldiği yerin vasfedilen belde olduğunu düşündürür. Ancak sevinci uzun sürmez ve arzu ettiği yere kavuşamadığını anlar. Derken Beni Kureyza Yahudilerinden bir adam Selman’ı köle olarak satın alır ve Yesrib’e getirir. Selman, kısa zamanda vasfedilen beldenin Yesrib olduğunu anlar. Yahudi’nin hizmetinde çalışarak Resulullah’a kavuşacağı günleri bekler. Hurma bahçesinde çalıştığı bir gün efendisinin misafirinden Hz. Peygamber’in hicret ettiğini öğrenir. Akşamı bekleyen Selman, yanına bir miktar hurma alarak Hz. Peygamber’in yanına Kuba’ya gelir. Resulullah’ın huzuruna çıkar ve elindeki hurmaları uzatarak “Sen ve arkadaşlarının muhtaç ve garip insanlar olduğunuzu öğrendim. Sadaka olan bu hurmaları size getirdim.” der. Bunun üzerine Resulullah (sav) ashabına “Yiyin” der ancak kendisi yemez. Birinci alamete şahit olan Selman-ı Fârîsî, Resulullah’ın Medine’ye ulaşmasından sonra ikinci kez huzura çıkar. Yanında getirdiği hurmaları size hediyemdir diyerek Efendimize takdim eder. Resulullah’ın, ashabı ile beraber hediye edilen hurmaları yediğini gören Selman-ı Fârîsî ikinci alamete de şahit olmanın sevincini hücrelerine kadar yaşar. Selman-ı Fârîsî üçüncü alamete de şahit olmak için Efendimizin etrafında dönüp durur. Bir cenaze esnasında bunu fark eden Resulullah elbisesinin üst parçasını çıkarıp sırtından atar. Selman, rahibin kendisine tasvir ettiği nübüvvet mührünü kutlu nebinin sırtında görür görmez mühre bir öpücük kondurur ve ağlamaya başlar. Hz. Peygamber, ondaki bu farklı hali sezince yanına oturtur ve neler olduğunu sorar. Selman, Resulullah’a ve ashaba uzun hakikat yolculuğunu anlatır. Nihayet bu yolculuğunda menzile ulaşan Selman-ı Fârîsî hicretin ilk günlerinde iman şerbetini Hz. Peygamber’in elinden içer. Selman-ı Fârîsî, Müslüman olana kadar Mâhbe ismini kullanıyordu. Hz. Peygamber, (sav) ona “barış içinde olan, selamete eren, huzurlu ”manalarına gelen “Selman” ismini vermişti. O günden sonra kendisine sorulduğunda “Ben Selman ibn’ül İslam’ım.” derdi. Böylece Hz. Peygamber’in “Selman, İran’ın (İslam’da) öncüsüdür.” İltifatına mazhar olmuştur. Ne var ki iman etmesine rağmen bir Yahudi’nin kölesi olduğu için Bedir ve Uhud savaşlarına katılamamış ve bunun ızdırabını yaşamıştır. Nihayet Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine efendisiyle bir anlaşma yapmaya çalışır. Efendisi 300 hurma ağacı ve 40 ukıyye gümüş karşılığı onu azat edebileceğini söyleyerek onun tek başına altından kalkamayacağı taleplerde bulunur. Durumdan haberdar olan Nebi (sav) Selman-ı Fârîsî’ye hurma ağaçları için çukur kazmasını söyler ve ashabına da Selman için hurma fideleri getirerek yardımcı ona olmalarını ister. Gelen fideleri Hz. Peygamber dualar okuyarak bizzat kendisi eker. Talep edilen gümüş, bir sahabenin madenden bulduğu yumurta büyüklüğündeki bir altın parçası ile karşılanır. Bir örneği daha bulunmayan bu kardeşlik ruhu Hz. Selman’ı kölelikten hürriyete kavuşturmuştur. Efendimiz (sav) zahitliği ile bilinen Ebû’d-Derdâ ile Selman arasında bir kardeşlik bağı tesis etmiştir. Böylece Suffa’ya dâhil olan Hz. Selman, hakikat yolculuğunda edindiği bilgi ve birikimi vahiy ile güçlendirerek Selman-ı Hakîm vasfı ile anılmaya başlandı. Hz. Peygamber de “Kuşkusuz Selman bilgi cihetinden iyice doyurulmuştur.” hadisiyle Hz. Selman’ın ilmine dikkat çekmiş ve onu sahabeye örnek göstermiştir. Hicretin 5. yılında Mekke müşriklerinin liderliğindeki Arap kabileleri bir araya gelerek Medine’ye saldırmak için büyük bir ordu hazırlığına girişir.

Efendimiz, bu büyük orduya nasıl karşı koyacağını sahabe ile istişare eder. Farklı görüşler ileri süren ashap içerisinde Hz. Selman “Ya Resulullah! Biz İranlılar, sayıca bizden büyük bir ordu ile karşılaşırsak mevzilerimizin önüne hendekler kazıp savunma yapardık. Biz de böyle yapabiliriz.” önerisini sunar. Efendimiz (sav) bölgede bilinmeyen bu savuma taktiğini beğenir ve Medine’nin tek giriş kapısı olan iki taşlığın arasının kazılmasına karar verir. 3000 kişilik İslam ordusu ekipler halinde uzunluğu 5,5 km, genişliği 9 metre ve derinliği 4,5 metre olan devasa bir hendek kazmaya başlar. Resulullah, (sav) hendek kazılması için grupları kurarken muhacir ve Ensar’dan oluşan gruplar Selman’ın kendileriyle olmasını ister. Bütün gruplar “Selman bizdendir.” Diyerek onu kendilerine dâhil etmeye çalışır. Bu durumda Efendimiz, “Selman bizdendir, benim ehli beytimdendir.” buyurmuştur. Bu müjdeyi Resulullah’ın dilinden duyan Hz. Selman ehl-i beyte dâhil olmanın sevinci ile bahtiyar olmuştur. O günden sonra kendisine “Selman-ı Muhammedi” ile İslam Ordusu zafere kavuşur. Hudeybiye ve Mekke’nin fethinde de Selman (ra) İslâm ordusunun bir mücahidi olarak bulunur. Hz. Ebubekir’in hilafetinde ona hep destek olur. Hz. Ömer’in fetih ordularında bir asker olarak görev alır ve Kudüs’ün fethine katılır. İslam Orduları İran’a yönelince Hz. Selman’da memleketinin İslam’a kavuşması için olağanüstü çaba sarf eder. Zaferlerle ilerleyen İslam orduları Kisra’nın sarayına dayanır. Fars askerleri saraya sığınarak Araplara teslim olmak istemezler. Selman-ı Fârîsî ise onlara “Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor.” diyerek onları İslam’a davet eder ve teslim olmaları için üç gün mühlet verir. Üçüncü gün askerler teslim olunca Kisra’nın ihtişamlı sarayı Müslümanların eline geçmiş olur. Komutan Sad bin Ebî Vakkas, karargahını Medain’e kurmuştur. Daha sonraları ise Hz. Ömer, Selman-ı Fârîsî’yi Medain’e vali tayin etmiştir. Valilik yaptığı süre içinde Hz. Selman, zühdü ile insanları şaşırtıyordu. Hakikat yolculuğunda ödediği bunca bedelden sonra hasta yatağında hanımından misk kokusunu üzerine sürmesi ister ve ölüm meleğini beklemeye başlar. Bugün kabri Irak’ın başkenti Bağdat’ta, Medâin bölgesinde bulunan “Selman-ı Pâk” kasabasındadır. Bir külliye şeklinde inşa edilen türbesi halen Müslümanlarca ziyaret edilmektedir.

Evet, Selman-ı Farisi, bir hakikat arayıcısı olarak çıktığı yolda amacına ulaşmış ve hakikat yolunda ömrünü sonlandırmıştır. Arayan Mevla’sını da belasını da bulur sözünden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz; Selman hakikati aradı ve Mevla’sını buldu. Ama günümüz Müslüman gençliğin çoğunluğu belasını bulmuş durumdadır. Bu durum ise memleketimizin geleceği için oldukça risk barındırıyor. Yani gençlere neyi aradıklarını sormak gerekir ki içinde bulundukları gaflet uykusundan uyansınlar ve Selman gibi bir hakikat arayıcısı olabilsinler.