Caddenin genişçe bir yerinde, soğuk zemine bağdaş kurup oturdu adam. Görünürde sakatlık arz eden bir yanı yoktu. Dilenip dilenmeyeceği de muhaldi. Afgani kıyafetleri dağınık, dış görünüşü zayıftı. O kimseyle ilgilenmiyordu. Ancak onun varlığından rahatsız olanlar çoktu. Kendine yöneltilen nefret dolu bakışlardan bunu açıkça görebiliyordu. Aldırmadı. Kimse yokmuş gibi davranmayı gurbette geçen acı dolu yıllardan tecrübe edinmişti.
Sinema salonunun duvarlarını süsleyen afişleri görmese geçip gidecekti. Yıllardır hasretini çektiği ülkesinin büyük boy resimlerini görünce geçmedi, geçemedi. İçindeki çeyrek asırlık hasret alev aldı, olduğu yerde kaldı öylece. Mintanının geniş cebinden çıkardı tabakasını. Oturmuşken efkârını duman tüttürerek dağıtmak niyetindeydi. Çünkü geçmişi hatırlamak ağır imtihandı.
Baktığı şey, göçmenleri konu alan filmin afişleriydi. Lüks caddedeki sinema salonlarında bütün seansları dolu dolu geçen bir film.
Ayakaltında değildi ama orada bulunması müşteriyi rahatsız etmesin diye müdahalede bulundu görevliler.
“Burada oturma babalık, üst başınla insanları korkutuyorsun.”
“Üst başımda ne varmış ki insanlar korksun.”
“Bu giydiğin kıyafetleri Müslüman teröristler giyiyor!”
Açık yaraya tuz basılmış gibi acıyla ayağa fırladı yaşlı adam. Kendinden uzun boylu görevlinin yakasına yapıştı. Güvenlik görevlisi, adamdaki çevikliğin şaşkınlığını yaşarken o, gözlerini muhatabının gözlerine dikerek tane tane ve üstüne basa basa söylendi:
“Yanılıyorsunuz bayım, ne Müslüman’dan ne de kıyafetten terör olur. Terörizmin kaynağı düşünme biçiminizdir. Onu da şuanda sergiliyorsunuz.”
“Çek şu pis ellerini yakamdan, hepiniz aynısınız ve hepiniz teröristsiniz.” Mülteci, güvenlik görevlisinin yakasını daha da sıktı. Kitabın ortasından başlamıştı konuşma. Madem öyle, gerekli cevabı verecekti.
“Yeryüzündeki en büyük terör örgütü sizin devletinizdir. Zira hangi ülkeye bomba yağsa, nerede bir insanlık trajedisi yaşansa birkaç adım ötede siz varsınız. Çaldığınız petrol kadar kan emdiniz mazlum halklardan. Şimdi o vampir ağzınla bana ve inancıma terör mü diyorsun ey barbar!”
“Bak sen şuna, siyaset yapmayı da biliyor ha ha hahhh!”
“Her şeyi sizden çok daha iyi biliyorum. Sizin dünyaya öğrettiğiniz bir şey varsa o da yağmacı kültürünüzdür.”
“Sen bizimle kafa mı buluyorsun be adam, canını yakmadan kaybol hemen!”
“Kafa bulmak mı, ne münasebet. Bilakis doğruyu söylüyorum. Hakikati duymak zorunuza gidiyor değil mi?”
İşlerine zeval gelmesin diye ileri gitmekten çekinmeseler adamcağızı orada öldürebilirlerdi. Yeri ve zamanı değildi işte, yoksa gününü görürdü pis göçmen!
“Git doğrularını başka yerde söyle, mekânın önünü kapatıyorsun.”
“Başta bunu nezaketle söyleseydiniz, çoktan gitmiş olurdum. Siz doğrudan bana ve değerlerime saldırdınız. Özür dilemezseniz bir adım öteye gitmem, ona göre!”
İtirazına devam edecekti ki olanları gören başka bir tanıdık göçmen kolundan çekip uzaklaştırdı oradan. Karşı caddeye geçip oturdular bir başka duvarın önüne. Daha genç olanı ikazda bulundu.
“Ne yaptığının farkında mısın? Zaten burada istenmiyoruz, sen de işi kolaylaştırıyorsun onlar için.”
“Ne yapayım, keyfimden durmadım ki. Bizi anlatan afişleri merak edip bakmak istedim biraz.”
“Ne demek bizi anlatan afişlere bakmak istedin?”
“Evet, bu astıkları resimler ülkemize ait, üstündeki yazılar da bizi anlatıyor!”

“Ne olmuş yani?”
“Olan şu, işgal ettikleri ülkemizin film afişindeki resmine bakıp az buçuk hasret gidermek istedim. Ama onu bile çok gördüler.”
“Boş ver dostum, ülkemiz kaldı mı ki bakıp hasret giderelim? Belirsiz yarınlara umut bağlamamalısın.”
“Haksız sayılmazsın aslında. Koca bir ülkeden geriye şehriler dolusu enkaz, mezarlar dolusu ceset kaldı. Kaynaklarımızı sömürdüler, direnen insanları ya öldürdüler ya da göçe zorladılar. Biz o göçmenlerden birer fert değil miyiz sanki? Neyimiz var neyimiz yok, kaybettik sayelerinde. Fakat burada da orada da bizi istemiyorlar. Nereye gitmeliyiz, söyler misiniz?”
“Öyle ama elden ne gelir? Hangimiz isteyerek ayrıldık vatanımızdan? Çoluk çocuk olmasa orada ölmeyi yeğlerdim. Kaldı ki savaşmak için kullanacak tek silahımız, aç karınları doyuracak üç-beş günlük gıdamız bile yoktu. Artık yersiz yurtsuz birer mülteciyiz, kabul et.”
“Hayır, yersiz yurtsuz değiliz kardeşim. Taş üstünde taş kalmamış olabilir. Fakat topraklarımız orada ve her vakit bizi bekliyor olacak. Bu kapitalist sömürgecilerin planları çökmeye mahkûmdur. Zulümle âbâd olanın sonu berbat olur, demişler. Ha bugün ha yarın, mutlaka bulacaklar belalarını. Ondan şüphem yok.
Ancak şu saçmalığa bakar mısın, bizler gerçek göçmeniz onu kimse görmez, ancak bizi anlatan kurgusal filmi görmek için insanlar akın ediyorlar. Görüyor musun sıra bekleyen şu kalabalığı? Rol yapanları şöhret yapıp para-pula boğsunlar, bizlerse gerçeği yaşayıp mağduriyetimizle kalalım. Oh ne âlâ! İşte onların medeniyeti bu. Taklidimizi yaparak bile muazzam paralar kazanmayı biliyorlar.”
“Boş ver onları. Hem bak aklıma ne geldi. İstersen gidip biz de filmi izleyelim ha, ne dersin?”
Ne diyorsun sen? Orada durmama bile tahammül etmediler. Bir de içeri mi alacaklar?”
“Parasıyla değil mi?”
“Elbette parasıyla, fakat onların değirmenine su taşımayalım. Zaten bildiğimiz ve yaşadığımı şeyler!”


Ama dur, daha iyi bir fikrim var. Biraz sabredersen açık havada gerçek bir film izleyeceksin. Bizim huzurumuz kaçtıysa onların da huzuru kaçmalı. Söyle, var mısın?”
“Evet, varım ama nasıl olacak o iş?”
“Sen o işi bana bırak! Öncelikle birkaç kutu ile poşet bulmamız lazım. Sonrası kolay… Gel benimle.”
Süslü caddenin arka sokağında buldular aradıklarını. Çılgınca tüketimin hiç durmadığı kentte atıktan çok ne olabilirdi!
“Dükkândan alsaydık ya!”
“Olmaz, olay yerinde ne tanık ne de iz bırakmalıyız.”
“Tamam, haklısın.”
Bunların felsefesi böyledir işte. Ön tarafa göz alıcı bir şey koyar, bütün pislikleri ardına gizlerler. Demokrasinin ardına savaşı, yardım kuruluşunun ardına insan kaçakçılığını, barışın ardına ölümü… Tıpkı kokuşmuş arka sokaklarını gizlemek için ön tarafa şatafatlı bir cadde inşa etmek gibi. O caddeyi birazdan karıştıracağız.”
“Başımıza iş açmayalım sonra?”
“Korkmana gerek yok. Çünkü işi başkasına yaptıracağız. Biz gidersek dikkat çekeriz.”
“Saçmalama… Affedersin öyle demek istememiştim ama kime yaptıracağız?
“Para verdikten sonra pek çok kişi seve seve yapar. Zaten şu toplumun her ferdinin birinci önceliği menfaattir. Üstelik kimseye zarar vermeye niyetim yok. Onların attıkları bombalardan ölenlerimizin, sakatlarımızın, kayıp çocuklarımızın haddi-hesabı yok. Yine de aynısını yapamayız. Sadece biraz korkutacağız, o kadar. Sanırım buna hakkımız var, değil mi?”

Peki peki… Haydi ne yapacaksak yapalım, gittikçe geriliyorum.
Kalabalığın içinde gözlerine kestirdikleri bir genci bir şeyler sormak bahanesiyle lafa tuttular. Birkaç espri, soğuk bir içecek ikramı derken konuya girdiler. “Şu zararsız paketi bırak, paranı al git.” dediler. Teklif kabul edildi.
Genç adam, içi çer-çöple dolu kutuları temiz poşetlere doldurup sinemanın önüne gidecek, orada telefonla oyalanıp poşetlerden birini unutmuş gibi bırakacak ve ayrılacaktı. Bunun için günü kurtaracak miktarda para alacaktı.
Genç adam hemen işe koyuldu. Poşetlerden birini kalabalığın yoğun olduğu alana bırakmak zor olmadı onun için. Son derece risksiz bir işti. Sokağın kör noktasına gelip parasını aldı, kalabalığa karışıp kayboldu sevinçle. Yaşlı göçmen, polisi aradı ve sinema salonunun önüne şüpheli paket bırakıldığı ihbarında bulundu. Kısa süre sonra alana polisler doldu. Hemen filmlerden alışık olduğumuz o meşhur şeritleri çektiler etrafa. Çakar lambalar yanıp sönerken siren sesleri yankılandı caddelerde. Sinemadan farklı kısmı; gerçek polislerin şişman, hantal ve korkak olmalarıydı. Nitekim hiçbirinde, tek başına Beyaz Sarayı kurtaran yahut Afganistan dağlarında yüzlerce kişiye meydan okuyan Hollywood aktörlerinin tipi ve cesareti(!) yoktu. Şüpheli pakete karşı siper almış araçların arkasına sinmişlerdi. O an bir balon patlasa birkaçı kalpten gidebilirdi!
Öbür yandan, sinema salonlarının tamamı kısa sürede boşaltıldı. İnsanlar panik içinde sağa sola kaçarken bol bol haç çıkardılar. Keyifleri kaçtı. Bazıları gözyaşı bile döktü. Olay mahalli şehrin en işlek caddesi olunca kalabalık an be an arttı.
İki göçmenin keyfi yerine geldi. Kıs kıs gülüyorlardı uzaktan. En güzel filmi ikisi izliyordu. Hem de açık havada.
Çevre güvenliği sağlandı. Bomba imha ekibi tuhaf kıyafetler içinde şüpheli pakete ulaştı. Her adımı büyük dikkatle attılar, her dokunuşu kılı kırk yararak yaptılar. İşlemlerin tamamlanması bir saati buldu. Riske girmemek için dokunmadılar pakete. Nihayet uzaktan patlatmak için düzenek hazır hale getirildi.
Final sahnesi girmek üzereydi. O anı bekleyen yüzlerce kişinin gözü kulağı düzenekteydi. Birbirine sarılanlar oldu. Hoparlörden son uyarı yapıldıktan sonra düğmeye basıldı. Büyük bir gürültüyle birlikte paket darmadağın oldu.
Patlama sesine çığlıklar karıştı. Hazırda bekleyen sağlık çalışanları baygınlık geçirenlere yardımcı oldular. Son sahne iki göçmeni kahkahalarla güldürdü. Gösteri beklediklerinden daha görkemli geçti. Artık gitme zamanıydı. Kol kola girip daldılar arka sokaklara.
Yüreklerde zirve yapan adrenalin, normal ritmine dönüş için giderek irtifa kaybetti. Nabızlar yavaşladı. Az evvel birbirinin korkusunu körükleyeneler şimdi karşılıklı teselli edebiyatına başlamışlardı. “Gösteri bitti, artık dağılın.” denmiş gibi herkes kendi işine döndü.
Ufak tefek mal kaybı hariç, zarar gören olmadı. Kimse savaş mağdurlarıyla ilgili empati kurdu mu bilinemedi. Patlamadan dolayı korku duyanların huzuru bir süreliğine kaçtı. İntikam aldıkları için iki göçmen mutlu oldu. Sonra ne oldu, bilinmiyor.