Kasvetliydi zaman. Bütün adresleri bulmuştu korku. Kara haber devriye gezerdi aralıksız. Yüksek gerilimde seyrediyordu kalplerin ritmi. Nitekim gecenin sakinliği yoktu burada. Atışları seriye bağlayan silah sesleri karanlığı yırtıp atarken, işgal altındaydı çocukluğumuz.

Çabuk uyuyabilenler uykuya müracaat ederlerdi. Uyuyamayanlar ise korku ve endişeye teslim olup kader ve kederlerine razı olurlardı. Başka seçenek yoktu maalesef! Uyuyamayan tayfaya dâhildim ilk zamanlar. Dışardaki nahoş seslere maruz kalmaktan daralmıştı ruhum. Kurala uygun alternatif yokluğundan gayrı yasal arayışlarım sonucunda özgürlüğe açılan bir kapı bulacaktım sonra; radyo!

Patlama seslerine, her gece saat 21.00 gibi pansiyonun demir kapısının kapanan sesi de karışırdı. O saatten sonra dışarı çıkmak yasak, ışığı açmak yasak, konuşmak yasak, başka bölümlere geçmek yasaktı. Benzer sözcükleri köydeyken de duymuştuk.

Köye haber karakoldan gelirdi. “Operasyon” sözcüğünün tek başına upuzun bir cümle olduğunu bilirdik. Olağanüstü hal, çatışma, sokağa çıkma yasağı, gözaltına alma, kayıp gibi kavramların hepsi bu sözcüğün ceplerinden çıkardı. Altı oyulmuş kelimelerin dipsiz kuyularında faili meçhul cinayetler gizlenirdi. Benzer muhabbetler birkaç beden büyük gelirdi havsalamıza. Fakat ucunun kötü yere çıktığını anlardık. Herhangi birinin telaffuz edilmesi hafızalarda uzunca bir kurgunun oluşmasına yol açması ondandı.

Neyse ki radyom vardı. Gece oldu mu açardım hemen. Radyo aydınlıktı, radyo sınır ötesiydi. Radyo, anlamsız yasakların çiğnenmesiydi.

Nitekim bahar havası gibi istikrarsızdı o yıllar. Gün içinde birkaç kez yer değiştirirdi duygular. Gülmekle ağlamak yahut umut ile karamsarlık gibi zıt hislerin birbirine uzaklığı tetikte bekleyen parmağın tetiğe olan mesafesi kadardı. Her an emre amade, her an yürek kanatmaya hazır…

Günlük güneşlik havanın hükmü bulutların belirmesine kadardı. Bizim de mutluluğumuz ilk kurşun sesinin duyulmasıyla biterdi. Herhangi birinin, “Aha, yine çatışma çıktı!.” demesi vaziyeti anlatmaya yeterdi. İşaret fişeğinden sonra bomba yağarken yakın tepelere, yorgan altına saklanırdı hayat. Kaç öğrenci varsa o kadar sayıda senaryo üretilirdi. Hepsi farklı renkte, hepsi ayrı tonda. Tek ortak yönleri yine yorgan altında kalmasıydı akıldan geçenlerin. Korkunun ağırlığı uykuya galip gelir, gözler kepenklerini bir saat kadar sonra indirebiliyordu ancak. Geceye dair şeyler, gecenin içinde kalırdı. Sonraki güne taşınmazdı dedikodusu. Konuşmanın bedeli ağırdı zira. Ortaya söylenen sıradan cümleler bile yere düşmeden iki yanından çekilir; biri tarafa göre ispiyoncu, öbür tarafa göre ise bölücü sempatizanı yapardı sahibini. Güvende kalmanın şartı susmaktı. Sustuk hep.

A evet, benim radyom vardı. O susmazdı. Yatakhanenin ışıkları söndükten sonra kulaklığı takıp açardım düğmesinden. Muhtelif seslerden aydınlanırdı içim. Can sıkıcı silah seslerinin aksine; makamın yumuşattığı, notaların hafiflettiği, çalgı aletlerinin tat kattığı ahenkli seslerdi. Nitekim hemen kalbin kabulüne mazhar olurdu. Çiçek aromalı deterjanla yıkanmış çarşafların mis kokusu eşlik ederdi müziğe. Frekans arama ibresini çevirdikçe dünyanın dört bir tarafına kanat açardı düşler. Gözlerimi kapatır kapatmaz başlardı yolculuk. Uçsuz bucaksız ovalardan şehirlere, yeşil ormanlardan okyanuslara taşırdı beni ezgiler zahmetsizce. Hoş demlerin aydınlık bakiyesinden mesrurdu yüreğim.

Tahran’ı, Moskova’yı, Erivan’ı, Bağdat’ı, Ankara’yı, Şam’ı ve daha nicelerini… Hepsini radyodan öğrendim. Ankara radyosundan solistler geçidine rast geldikçe yürüdü bir yerlere benliğim. Erivan radyosuna denk geldi mi ibre, tereddüt ederdim biraz. Kürtçe ağıtları keyifle dinlemekten ziyade radyo bulundurma yasağına bir de dil yasağı eklendiği için korkardım biraz. Sınıf öğretmenimizin dediğine göre, Ermeniler gitmeden önce pusu kurmak suretiyle çok sayıda insanımızı öldürmüştü. Hunharca işlenmiş cinayetlerin icra biçimlerini büyüklerimden de dinlemiştim. Savaş bittiğinde hem bize hem onlara ait yığınla hikâye birikmişti. Hepsi gerçek, hepsi acı! Durum böyleyken; düşman Erivan radyosunda Kürtçe yayın serbestti, kendi vatanımdaysa dilim yasaktı. Şaşırıp üzülürdüm fakat işin hakikatinin ne olduğunu çözemezdim. Küçüktüm.

Farsçayı anlamazdım zaten, Rusçayı da. Yabancı müziğin sadece ritmine heveslenirdim. Galiba öyleydi. Öyle miydi? Yok yok, çok cazip geldiği de olurdu. Çünkü anlamamak en anlamlı şeydi bazen! Herkes için aynı mıydı durum, bilmiyorum.

Özellikle farsça ezgilerin mistik bir havası vardı ki dakikalar içinde görülmemiş yerleri getirirdi hayale. Müzik başlar başlamaz kırmızı, yeşil, mor renkli nehirler akmaya başlar, bin bir türlü çiçek dere-tepeyi süsler, bulut desenleri arasından göğe doğru seraptan yollar uzayıp giderdi. Aynı anda altın boynuzlu ceylanlar, dev kanatlı kelebekler, konuşan arılar, ülke yöneten kuşlar… Hepsi bir anda nazara gelir, unutulmaz bir minyatüre dönüşürdü. Arka planda avare gezen Mecnun’u yahut dağın dibinde kan ter içinde kalmış Ferhat’ı görmek mümkündü. Elinde asasıyla bir derviş otururdu tepeye. Boyunu aşan saçları dalgalanırdı rüzgârda. Baktığı ovada kervan geçer, bir sonraki düzlükte iki ordu cenk ederdi. Bazen yedi başlı ejderha çıkar ortaya hepsini birden yutardı. Hasılı, müzik değiştikçe başka bir mecrada devam ederdi serüven!

Benim radyom vardı sonuçta. Kendime göre ayrıcalıklıydım bu yüzden. Kolay olmamıştı onu elde etmek. Yeteri kadar parayı denkleştirince hafta sonunu iple çekmiştim. Biriktirebildiğim harçlıkla kendime ait bir radyom olacaktı çünkü. Yeni alınmış ve bir değeri olan ilk eşyama kavuşmak azımsanacak şey değildi.

Pazar sabahı kahvaltısını heyecanıma feda etmiştim. Pansiyonda çıkar çıkmaz çarşının yolunu tutmuş, param yetsin diye araca binmemiştim. Yol uzundu. Yürüdüm ama nasıl yürüdüğümü anlamadan varmıştım gideceğim adrese.

Elektronik malzemenin satıldığı pasajın büyülü bir havası vardı. Bazen sadece teknolojik aletlere bakmak için uğradığım olurdu. Devamlı gidip ürünlerine baktığım amcayla az buçuk muhabbetimiz vardı o yüzden. Bu kez ne vitrinle ilgilenmiştim ne de raflardaki diğer ürünlerle. Metal ve boya karışımı kokusuyla özdeşleşen kasaya doğru ilerleyip alacağım radyoyu işaret etmiştim. Selamsız sabahsız tavrıma esprili bir dille sitem edişini hatırlarım hâlâ. Durumu anlatırken anlayış göstermiş, işi duygusal ifade edişimle üç-beş kuruş da indirdim yapmıştı.

Çarşıdan radyo değil yürek dolusu mutluluk almıştım o gün. Ceketimin iç cebinde özel bir yer hazırlamıştım önceden. Okulda böyle bir cihazı taşımak yasak olduğundan kimse görmemeliydi. Yaşımız tutmuyormuş güya. Keşke yaşıma ekleyebileceğim biraz ömür de alabilseydim o vakit!

İlk günler tedirginlik içinde geçti. Birileri fark eder korkusuyla herkesten uzak durmaya dikkat ettim. Her köşe başında pusudaydı kurallar. Oysa biraz müzik dinlemenin, dünyadan haberdar olmanın kime ne zararı olabilirdi ki? Anlamazdım sebebini. Küçüktüm.

Neyse işte, radyom vardı benim. Düğmesinden açtım mı, büyülü bir dünyaya açılırdı kapı. Duyduğum seslere göre mekân tasavvur eder, asla göremeyeceğim insanlara tip giydirirdim. Yabancı bir kanal açmışsam, şekle bürünen ancak dilde henüz karşılık bulamamış manaları oraya konuşlandırırdım. Annemden dinlediğim masal kahramanları da çok geçmeden gelip dâhil olurlardı maceraya. Hayalin keyfince görünüş addettiği o anların resmini çekip aklımın bir köşesine saklardım. Her birinin kendine göre şekli-şemaili vardı şarkıların. Sıradakini görmek, tanımak ve yaşamak için beklerken, gece şehrin üstüne siyah örtüsünü gerip daha berrak düşler için zemin hazırlardı. Az zaman sonra açık pencereden süzülüp yıldızlara karıştığımı kimseler görmezdi. Her ezgi ayrı diyarlara, farklı mesafelere taşırdı. Gün aydınlanana kadar zincirlerinden kurtulurdu uykularım.

Nöbetçi öğretmenin, “Haydi uyanın, etüt için yarım saatiniz var!” ikazıyla bozulurdu büyü!

Pilin zamansız bittiği geceler olurdu bazen. İster istemez dış seslere maruz kalırdı kulaklarım yeniden. Yamaçlarda yankılanan silah seslerini sayarak uyurdum. Kaçı isabet etti, kaçı ıska geçti diye tahmin etmeye çalışırdım. Ertesi gün haberlerde geçen sayı ile kendi sayımı karşılaştırır acıdan oyun devşirirdim. Masumca bir tutumdu bu. Çünkü dibini görmüştük zaten huzursuzluğun. Havaalanında bekleyen tabutlarla köy mezarlığına götürülen tabutlar arasında nasıl bir fark vardı pek anlamazdım. Kim ağlasa gözyaşının birkaç damlası yüreğime düşer, maya tutardı içimdeki hüzün. Pek çok masum insan her gün birbirinden habersiz üzüntüleri pay ederken, kinini ve nefretini gizlemezdi hasımlar. “Hain!” diye bir sözcük çiğnenirdi ayaklar altında. Önüne gelen, kaldırıp bu kirli sıfatı bir diğerine atardı. Kime daha çok yakıştığını çıkaramazdım. Küçüktüm. Değişmeyen tek şey ölümdü. Onu bilirdim. Ne ki bir yerden sonra anlamını yitiriyordu gerçeklik. Aşırı ciddiyet, çocukça gülüşlere yenilirdi çok geçmeden.

Mütemadiyen pusluydu hava. Düşman kim dost kim, belli değildi. Karanlık insanlar geceyle birlikte kaybolup giderlerdi. Aralarında ilk aydınlığı ateşkes saati sayarlardı sanki. Gün iyiden iyiye ağardığında; elbisesi bedenine bol gelen, saf gönüllü, başı külahlı masum insanlar kalırdı ortalıkta. Giysilerin aksine gırtlaklarını sıkıyordu şartlar. Arada kalmak bahtsızlığıydı paylarına düşen. Hangi yandan darbe gelse ilk önce bu arada kalmışlar isabet alırdı. Dolayısıyla onların radyodaki karşılığı uzun havalardı. Hep dertli, hep mazlum, hep çilekeş…

Dedim ya, radyom vardı benim. Acıları örter, umutları diri tutardı. Benimle konuştuğunu, arada bir dertleştiğimizi söylesem inanmazsınız. Gece uykuda uzun uzun sayıkladığımı birkaç koğuş arkadaşım da söylemişti. Radyoyla değilse, kiminle konuşuyordum o zaman? Kimdi beni kendine çağıran?

Beraber geçirdik iki yılı. Bir kerecik olsun sıkılmadık birbirimizden. Üstelik sonlara doğru yanımda taşımaktan da korkmuyordum. Nihayetinde tükendi sayılı günler. Ortaokul bitti, yollarımız ayrıldı. İşin üzücü tarafını itiraf etmeliyim ki, iki yıllık can yoldaşımı ne yaptığımı hatırlamıyorum bir türlü. Yıllar sonra bile herhangi bir eşyamı aradığımda aklıma ilk o gelir. Kayıpların hadsiz hesapsız olduğu o yıllarda, ben de radyomu kaybettim…