Van merkezden Bitlis il sınırına doğru çıkıyoruz yola. Hedefimiz, uzun yıllardır hasret kaldığımız sıradağların bir ikisine tırmanmak!
Yanımdaki üç arkadaşım gibi ben de oldukça heyecanlıyım. Tabiri yerindeyse, özgürlüğüne kavuşan mahkûmlar misali hafif yüreklerimiz.
İçinde bulunduğumuz aracın radyosundan neşeli şarkılar çalıyor. Şoför hariç, her birimiz kendi hizamızdaki camdan dışarıyı izliyoruz. Birbirimize bakmadan muhabbet ediyoruz bir yandan. Neşeliyiz, bayrama giden çocuklar gibi. Zaten biz de çocukluğumuzun geçtiği yere gidiyoruz. O yüzden biraz çocuklaşmakta mahzur görmüyoruz…
Dağlarla ilk tanışmam çocuk yaşlarda başladı. Dağın dibindedir köyümüz zaten. Van Gölünün güneyinde başlayıp Ortadoğu'nun içlerine doğru uzanan İhtiyar Şahap Dağları'ndan bahsediyorum.
Henüz ilkokula başlamadan, koyunu kuzuyu yamaçlarda otlatma işi benimdi. Altmış beş kilometre mesafedeki yatılı bölge okuluna başladıktan sonra da yaz tatili boyunca davarı güttüm yüksek tepelerde. Karayolu (İpek Yolu) köyümüzün dibinden geçer. Birkaç kilometre ötemizde bulunan Kuzgunkıran Geçidi (rakım 2234) bir set gibi Van ile Bitlis'i sınır olarak birbirinden ayırır.
Sıradağların bize yakın olan zirvesine yöre halkı 'Beranoğlu Dağı' diyor. Geçide göre yüksekliği bir hayli fazla. Geçidin rakımını yukarıda vermiştim. Ona göre varın tahmin edin yüksekliği!
Küçük yaşlarda dağa tırmanma yöntemlerini, karda malzemesiz kaymayı, dik yamaçlarda dengeli yürümeyi akranlarımla beraber düşe kalka öğrendik. Ondan olsa gerek, rehbersiz ve tedbirsiz tırmanırız dağlara…
Çocukluğun o saf haliyle dağların ruh halim üzerindeki etkisini henüz bilmiyordum. Tefekkür için en uygun yerin buralar olduğunu yeni fark ediyorum. Daha önce, vadinin derin yatağındaki ırmağa paralel ilerleyen yola bakıp geçen araçları sayar bazen de arkadaşlarla, 'Sıradaki araç benim aracım olsun.' deyip araçların büyüklüğüne göre birbirimize üstünlük sağlamaya çalışırdık, o kadar. Bir nevi oyun yani.
Mevsimine göre, mantar aramak, yılan kovalamak, ateş tutuşturmak keklik ve diğer kuş türlerini yuvalarını bulmak gibi şeyler çekerdi dikkatimizi. Çocukluğumuz öyle geçti.
Olağanüstü Halin bir sonucu olarak güvenlik güçleri köyümüzü boşalttığında takvimler 1994 yılını gösteriyordu. Yangından mal kaçırırcasına üç-beş eşyayı alıp çıkmıştık o dönem. Hoş, yaşadığımız yangından çok daha beter bir şeydi ya, neyse!..
Bir daha köye geri dönüş izni çıkana kadar koskoca on yıl geride kaldı. Ortaokulda terk ettiğim köyüme üniversite öğrencisi olarak dönüyorum işte. Çok uzun süren bir hasret.
Dağlar bıraktığımız gibi. Ama biz değiştik. Bunu en çok, tırmanışa geçer geçmez duygularımda meydana gelen değişimden anlıyorum.
Adım adım değişiyor her şey. Yürürken yokuşa doğru, şehir hayatının ruhuma bastırdığı ağır yük giderek hafifliyor. Antidepresan ilaçlarının tesir etmediği bünyemin dengesi daha ilk yamaçlarda yerine oturuyor sanki. Yükseğe çıktıkça düşüncelerimin zirvesini işgal eden dert, keder, sıkıntı ve daha ne varsa hepsi ağa takılır gibi aşağıda kalıyor. Bu müthiş bir deneyim. Sudan çıkan cisimler misali arınıyorum düşsel ağırlıklarımdan.
Devasa vadileri, uçsuz bucaksız yamaçları, ulaşılmaz gibi görünen zirveleri görür görmez, küçülüyor içimde büyüttüğüm problemler. Şimdi daha farklı görünüyor gözüme insanlar. Değmeyecek şeyler için ne çok ağrımış başımız. Yukarıdan bakıyoruz ibretle çünkü insana dair her şey çok küçük görünüyor. 'Ben yaptım, ben başardım, ben…' diye başlayan kibir yüklü cümlelerin hiçbiri anlam taşımıyor yükseklerde. Diğer bir ifadeyle, aşağıda beş karış havada olan akıl, yukarı çıkınca haddini bilip kendiliğinden aşağı iniyor bu sefer. Belki de bu yüzden çok sevdim dağları.
Anlıyorum ki kendime gelmem için bazen dağlara doğru gitmem gerekiyor. Bedenen yorulurum belki. Buna mukabil ruhum, aklım, duygularım dinlenecek. Kafa dinlemek de diyebiliriz hani.
Geçiyoruz tepeleri bir bir. Köyümüz giderek küçülürken gözümüzde, bakış açımızdaki yerler büyüyor. Aşağıda durum bunun tam tersidir.
Birbirimizle konuşmadan ilerliyoruz tempoyla. El kol hareketleriyle yön tayini yapıyor, ıslıkla haberleşiyoruz. Her birimiz ayrı alemde…
Vadilerde yankılanır su sesi. Meltemlerin boşluğuna denk geldi mi ses yanı başımızda çağlıyor. Hep aşağı doğrudur yönleri. Bu yüzden biraz talihsizdirler. Çünkü biz yukarı çıktıkça arınırken, kaynak suları vadilerden aşağı indikçe kirleniyor. Hele ki yerleşim yerlerine ulaşınca… Suyun kıymetini bilecek nesiller yetiştirmeliyiz.
Hedefimiz zirveye ulaşmaktı ancak şimdilik göze alamıyoruz. Henüz bedenlerimiz ham. Ayaklarımız biraz açılır açılmaz kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah. Arkadaşlarımın ikisi fena yoruldu. Onlara rağmen devam etmek doğru olmaz. Yemek, ibadet, dinlenme fasıllarından sonra inişe geçeceğiz. Plan bu.
Güneşle aynı hızda hareket ediyoruz. Gün batana kadar köyde oluruz biz de. Güneşin hızını, yamaçların birbirine yansıyan gölgelerinden takip ediyoruz. Gölge demişken, engebeli arazide o kadar ilginç şekiller oluşturuyorlar ki görmelisiniz. Bazen canavara, bazen tanınmış bir insana, bazen karikatüre bazen de adı konulmamış şekillere dönüşür gölgeler.
İlk bilinçli tırmanışımı yaptım diyebilirim. Biraz hızlı, biraz acemice oldu ama planlı oluşu başlı başına önemliydi. Gün boyunca zirve altı yamaçlarda dolaşmak az şey midir? Farklı kayaları görmek, ayrı kaynaklarda su içmek, binlerce yıllık tertemiz toprağa namaz secdeleriyle mühür vurmak, ufuklara doğru bakıp iç dünyamıza yolculuk etmek gönüllerimizi ziyadesiyle hoşnut bıraktı.
Nihayetinde, tırmanış boyunca edindiğim tecrübe haddimi bilmemi sağladı ve Rabbime sonsuz bir huzurla yeniden teslim oldum. Yani açlığı, susuzluğu, yorgun düşmeyi, sağlıklı bir bedene sahip olmanın kıymetini ve daha pek çok şeyi yeniden fark ettim. Hepsi de külfete rağmen bana tarifsiz huzur verdi. Benliğimde bunca tat bırakan dağlardan bir daha kopar mıyım hiç?
Dağlar, dertli olanlar için sığınak değil miydi zaten?
Hz. Nuh için Cudi Dağı,
Hz. Musa için Tur-i Sina Dağı,
Hz. Zülkarneyn için Ye'cüc Me'cüc kavmini seddin ardında bırakan dağlar,
Efendimiz (sav) için Hira Nur Dağı, Uhut Dağı,
Hemşerimiz Üstad Said Nursi için Erek ve Başit Dağları…
Daha ne dağlar var ah bir bilseniz! Ve o dağlar bizi, sizi kısaca hepimizi bekliyor…